On sekizinci asrın ortalarında
Arabistan Yarımadasında Necid bölgesinde Mehmed bin Abdülvehhab tarafından
kurulan dînî ve siyâsî bir yol, fırka. Mehmed bin Abdülvehhab 1699 (H.1111)da
Necd’de, Hureymile kasabasında dünyâya geldi. 1791 (H.1206)de öldü. Önceleri
seyâhat ve ticâret için Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitti.
İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okuyarak onun sapık fikirlerinin savunucusu ve
yayıcısı oldu (Bkz. İbn-i Teymiyye). Yazdığı kitaplarıyla ve bozuk
düşünceleriyle köylüler ve Der’iyye ahâlisini ve bunların reislerini aldatıp,
saptırdı. Vehhâbilik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere “Vehhâbi” ve
“Necdî” denir. Vehhâbilik daha sonraları dînî ve siyâsî görüş olarak Arabistan
Yarımadasına hâkim oldu.
Düşüncelerinin temeli, üç meseledir:
1. Amel, ibâdet,
îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir
namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim
etmeli, diyorlar!
2. Peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını
ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar!
3. Yine bunlara göre;
mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve
ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir
diyorlar!
Böyle bozuk fikirlere ilk önce
babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye
etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel
Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat
etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan (öl. 1772) tarafından
Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok
kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir.
VEHHABİLİK VE VEHHABİLİĞE BAKIŞ AÇISI
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahiret
yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar
ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman’ın
hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice
fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır. Bu yazımızda
bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali’nin zamanında zuhur eden ve ileride
işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan
uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı
söylenilebilir. Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan
sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar
bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir. Haricilik düşüncesi de
böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak
değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini
artısı ve eksisi ile yansıtmaktır. Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de
muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu
yazıda da yapılan budur.
İki asır kadar önce Arap
Yarımadası’nda Necd dolaylarında Muhammed b. Abdilvehhâb (1115-1206)
tarafından kurulan Vehhâbîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi
durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde
taraftarları vardır.
Pek çok İslam mezhebinde olduğu
gibi, “Vehhâbî” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından verilmiştir.
Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhâbîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik”
hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira,
davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında
olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında
benzerlik bulmak, tabiî karşılanmaktadır.
Bununla birlikte Vehhâbîler,
kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı
şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler.
Nitekim onlar, “Biz, îtikâdda Selef, amelde de Hanbelî mezhebindeniz. Esasen
Ahmed b. Hanbel, îtikâd hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu
temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve îtikâdda
Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhâb, ilmen ve
fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir”
derler. Ancak bunların amelde ve îtikâdda yeni birtakım esaslar kabul
ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıklarını, fikir ve
vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn
Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan Vehhâbîliği
müstakil olarak ele alınmak durumundadır.
Neşet Çağatay, Vehhâbilerin akıl,
nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri
Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini
karşılaştırarak sonuçta Vehhâbiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini
söyler. Çağatay, Vehhâbilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra,
bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile
getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman
beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid
inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri
kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da
zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi
kırk değnek vurulur (Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 264).
Tarihçe:
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn
Abdilvehhâb, 1115/1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan
Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında
tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn
Teymiye’nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra’ya gitmiştir. Orada
tevhîd konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur’ân ve Sünnet'ten
öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad’ın
kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü
üzerine, orada “el-Emru bî'1-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve
kötülüğü yasaklama) prensibini ilân ederek bu fikri Necd bölgesine yayma
faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne’ye göçmüş; ve oranın emiri
Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet
ederek, ihlâsla Allah’ın dinine yardım ettiği takdirde Allah’ın onu Necd
bölgesinin hâkimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emîr Osman’a Der’iyye ile
Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebîle'de bulunan Zeyd b. el-Hattâb
(12/634)’ın mezarını, Allah ve Resûlü’nün emirleri dışında türbe haline
sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların
dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul
edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn
Abdilvehhab Uyeyne’nin önemli bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule
mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd’in kuvvetli
kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman b. Urey’ir’e
müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu
öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad’a çok
yakın bir yer olan Der’iyye’ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve
böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile
Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddî güç
ve destek, Muhammed b. Suûd da bu fikirlerin doğuracağı imkânla kendi nüfuz
bölgesini genişletmek ve hâkimiyetini arttırarak Arap Yarımadası’na sahip olmak
için iyi bir fırsat elde etmiş olur.
İbn Abdilvehhab, Der’iyye'de
“Kitâbu't-Tevhîd” adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları şirk ve
bid’atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları,
yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde
durdu. O, insanların dalalete düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri,
tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla
onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine
inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi
işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd
bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri
Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam’ın tesiri altında çeşitli akidelere
sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezzâb, Secâh,
Tuleyha ve Esvedu'1-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı.
Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankâr
ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu
anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhâb’ın ganimet vaadeden fikirleri câzib
gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen
ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cihâd adına kudsiyet
kazanıyor ve meşrûlaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler
kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete
ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu
husus, İbn Abdilvehhâb’ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının
önemli sebeplerinden biri oldu.
Konuyla ilgili işin şu yönüne de
dikkat etmek gerekiyor: Vehhâbi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine
kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid
halkından olan Hâricîlerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu
öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin
faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet
- Velilerin şahı” ünvânını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona
bağlanması cihetinden, tarihte Hâricîler ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı
olan Vehhâbiler, ileride söz edileceği gibi velâyeti inkar etmişlerdi.
Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle
irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde,
Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi
Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e gücenmişlerdi. Hâlis
Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi
unutmuyorlardı. İran’daki eski devlet Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbesiyle
yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiîler Âl-i Beyt sevgisi
perdesi altında Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ebû Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i
Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.
İbn Abdilvehhâb 1206/1792 yılında
öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suûd tarafından zaten başlatılmış
bulunan siyâsî cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suûd zamanında
başlayan toprak kazanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu
Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hâkim
olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en
önemlisi Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecburiyeti iyi
bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinden istifade ile cür’etlerini
alabildiğine artıran Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları
gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhâbîlerin öldürülmesini
bahane eden Abdülaziz b. Suûd, 10 Muharrem 1802'de Kerbelâ törenlerine katılan
binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır.
Taif Vehhâbîlerce işgal edilir (18
Şubat 1803). Cevdet Paşa, Vehhâbîlerin Taif’e girince yaptıklarını şu
sözleriyle dile getirir:
“Vehhâbîler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek
dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar.
Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep
üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap,
ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet
bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini
emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Târih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).
Tâif, Mekke ve Medine’yi 1803-1806
yılları arasında ele geçiren İbn Suûd, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemâl derecesine erişti, İslâm’ın
nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden râzı ve hoşnud kıldınız. Artık
âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve
hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat
ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak,
tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için
oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye
selâm vermelidir...” (Eyub Sabri, Târîh-i
Vehhâbiyân, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkalâde cür’etkâr şekilde
hitap ermekten çekinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin
yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur:
1- Allah’a Vehhâbilerin inançları
ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek.
2- Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının
tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek.
3- Medine içinde ve civarında
mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale
getirmek.
4- Muhammed b. Abdilvehhâb’ı
Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak.
5- Vehhâbi mezhebini kabul etmek
istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak.
6- Vehhâbilere kale muhafızlığı
verilmesini kabul etmek.
7- Dinî ve siyasî her türlü emir ve
yasaklara uymak.
(Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân,
s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Târihte Vehhabi
Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Artık Vehhâbî devleti, 1811
yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırından
doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhâbîliğin, nihayet esaslı bir
dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı
İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali
Paşa’ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları
arsında Medine, Mekke ve Tâif’i Vehhâbîler’den kurtarır. Daha sonra bizzat
kendisi, Abdülaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814'de ani
ölümü üzerine Vehhâbîler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı
İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını
esir ederek İstanbul’a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böylece
Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanır.
Ancak Suûd hanedanından savaştan
kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete
girişir ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci
Vehhâbî devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması
olursa da, Suûd hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya
eder. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan
Abdülaziz b. Suûd, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa,
Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanınır.
Bu anlaşmaya göre İbn Suûd'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul
edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine ait
olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahdın, her hususta İngiliz
Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve
daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf
Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)
İngilizlerin de araya girmesi ve
Birinci Cihan Harbi’nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918
yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhâbîler, 1921-1925 yılları
arasında Hâil, Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirirler. Abdülaziz b.
Suûd, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927
tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklâlini
ilân eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından
kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap
Suûdiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suûd, 4 Kasım 1953
tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında
kurduğu ve hem siyâsî ve askerî teşkilâtının temelini teşkil eden, hem de
zayıflamış bulunan Vehhâbi zihniyetini canlandırmayı başarır.
Görüşleri:
1. Tevhîd
Vehhâbîlik inancını tesis eden
Muhammed b. Abdilvehhâb’ın görüşlerinin temelini tevhîd anlayışı teşkil eder.
Şirk, bid’at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarının büyük
çoğunluğuna göre “tevhîd”, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri yönünden
birlenmesi; O’nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm'de
şöyle buyurur: “Allah, Kendisine ortak
koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ (Nisa: 4/48).
“Muhammed’e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dîne çevir,
sakın puta tapanlardan olma; Allah’tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek
olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun, denildi,
Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik
dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur...” (Yunus: 10/105-107).
Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir
hadîslerinde,
“Lâilâheillallah diyen ve Allah’tan başka ibâdet olunacak
şeyleri inkâr eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah’a
aittir” buyurur”.
Bu âyet ve hadîsler, tevhidin,
Allah’ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir.
Oysa Muhammed b. Abdilvehhâb, “Lâilâheillallâh"ı
yalnızca telâffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak
görmemekte, aksine lâfzı ile birlikte anlamını bilmenin, ikrar etmenin, ortağı
bulunmayan tek Allah’a ibâdet etmenin, Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri
tanımadıkça, bu hadîsin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını
söyler(1). Ona göre tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan
birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.(2)"
O, bu hususta Câhiliyye devri
Arapları’nın davranışlarını misâl gösterir ve “Resûlullah
(s.a.s.)’ın kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah’ın birliğine
inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah’a dua ettiklerini ve
bazılarının Allah’a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lât gibi iyi
insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler(3). İbn Abdilvehhâb için, Câhiliyye devri
Arapları’nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki:
“İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; meleklere,
evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız
Allah’a ihlâsla yönelirler; içreklerini O’ndan isterlerdi. Allah buyurur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah’tan
başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak
kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” (İsrâ, 67).
"De ki: Üzerinize Allah’ın azabı gelse veya kıyamet
saati size gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana
bildirin. Hayır, sadece Allah’a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir;
siz de O’na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” (En’am, 40-41).
Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm'de
açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resûlullah’ın harp ilân ettiği müşriklerin boş
zamanlarında Allah’tan başkasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı
anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah’a yöneldiklerini ve O’na şirk
koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki
farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah’la beraber Allah’a itaat
eden, O’nun emrine boyun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara
ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah’a karşı gelmez.
Zamanımız İnsanları ise, Allah’la beraber fâsıkların en şiddetlilerine iltica
ederler, onları yüceltirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık
edenler, namazı kılmayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve
ağaç gibi Allah’a karşı gelmeyene iltica etmek, fâsıklığı, bozgunculuğu apaçık
görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.(4)”
İbn Abdilvehhâb’a göre tevhîd üçe
ayrılır: “İlki Tanrı’nın isim ve sıfatlarında
birliktir; diğeri Rabblıkta tevhîd (Tevhîdu'r-Rubûbiyet)'dir ki, Allah’ın her
şeyin Rabbi ve mâliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer
üçüncüsü ise, “Tevhîdu'l-Ulûhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhâb’ın anlattığına
göre bu çeşit tevhîdden maksat, kulların fiilleri ile Allah’ın birlenmesidir.
Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taallûk eder. Tevhîdu'l-Ulûhiyet,
ortağı olmayan Allah’tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet
ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir.
Allah’tan başkasından yardım isteyen, Allah’tan başkası için kurban kesen ve
nezreden kimse kâfirdir.”
Buna göre Allah’ın emirleri ve
Peygamberi’nin Sünnet’i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde
olmayan her şeyi (bid’at) ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemeye Tevhid-i
Amelî denir. İman ile küfrü ayırt eden amelî tevhîddir. Bu tevhidi yerine
getirmeyen, yani Allah’a ortak koşan, tazim ve ibâdeti yalnızca Allah’a tahsis
etmeyen, yardım ve mededi Allah’tan istemeyen, O’nun haram kıldığından
sakınmayan kimse kâfir ve bu gibilerin malları ve canları helâldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile
bunları katil ve mallarını yağma etmeleri helâldir.”
Böylece İbn Abdilvehhâb, bu mes'eledeki sert ve katı
tutumuyla Haricîleri taklîd etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhâbîler gibi, amel’i
îmâna dâhil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yerine getirmemeyi
küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 (17 Muharrem 1217) tarihli Hatt-ı Hümâyunda
özetlendiğine göre Vehhâbîler amelin îmânın bir parçası olduğu hususunda İbn
Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için
terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanları helâldir20. Nitekim Vehhâbîler,
amelin îmânın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk
eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri
gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve
canlarının kendileri için helâl olduğunu kabul etmişlerdir21.
Ehl-i Sünnet, “tevhîd"i, İbn
Abdilvehhâb’ın anladığı şekilde fevkalâde dar kalıplar içinde ele almamış ve
onun gibi keyfî yorumlara gitmemiştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten
uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz...”
dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn
Hanbel'e göre îmân, hem söz hem de ameldir, îmân iyi amellerle artar, kötü
amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle îmândan çıkar; ama tövbe edince yine
îmâna döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslâm'dan
çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden
kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22.
İbn Hanbel'e göre, îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir.
İslâm ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak,
Kur’ân ve Sünnet'te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal
olursa İslâm'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkârdır(5). Oysa İbn
Abdilvehhâb ve dolayısıyla Vehhâbiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla
vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış
olmaktadırlar.
2. Şefaat
Şefaat, birinin bağışlanmasına
delâlet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhâb, şefaat konusundaki görüşlerinde
İbn Teymiye’yi takib eder ve delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini
gösterir:
"Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’ân’la
uyar. O’ndan başka bir dost ve aracı (şefî') yoktur..” (En’am, 51).
"O’nun izni olmadan katında şefaat edecek olan
kimdir?” (Bakara, 255).
"Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse
şefaat edemez...” (Sebe', 23). "De ki: Bütün şefaat Allah’ın iznine
bağlıdır...” (Zümer, 44).
"Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe
göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” (Necm, 26).
Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi
de, şefaatin Allah’a ait ve Allah’ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle
olması da tabiîdir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Mâlikidir, Dileyenidir. Ancak
yine Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ve sâlih kulların şefaat haklarının
bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhâb da, Hz. Peygamberin şefaatinin
bulunduğunu kabul eder ve O’nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra,
“Fakat şefaatin hepsi aslında
Allah’ındır” der ve şöyle devam eder: “Şu halde, şefaati Allah’tan iste ve
şöyle de ‘allahım beni onun şefaatinden mahrum etme... Allahım, onu bana
şefaatçi kıl...’ Eğer, Hz. Peygamber’e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan
Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver: “Allah ona
şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: Allah’la
beraber kimseyi çağırmayım...” (Cin, 18). Şayet Peygamberi’ni sana şefaatçi
kılmasını istiyorsan, O’na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka,
meselâ meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni
verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu
onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah’ın Kitâbı’nda
zikrettiği iyi insanlara ibâdet mefhûmuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah,
şefaat iznini (asıl metinde izin kelimesi yoktur) ona vermiştir; ben de
Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş
olursun.(6)"
Ona göre, “Cenab-ı Allah da
müşriklerin Allah’ın varlığına inandıklarını; fakat meleklere, peygamberlere,
velîlelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre
gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kâfirler doğrudan doğruya
onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare
edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız
kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara
yöneliyor ve şefaatlerini Allah’tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp
kâfirlerin sözüdür.(7)”
Bu noktadan itibaren, İbn
Abdilvehhâb’a göre şefâatla bir arada mütâlâa edilen tevessül konusu ortaya
çıkar.
Tevessül
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak
demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslâm ve sünnete mensub olanlar bilsin ki,
birçok sebeplerden dolayı İslâm'dan çıkmaktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali
b. Ebî Tâlib, Mesîh hususundaki aşırılıklardır... Meselâ, ey filân efendim bana
yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların
hepsi de şirktir ve sahibinin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe
ederse ne âlâ; aksı halde öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine
tevessül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar
koyan kimse, icmâen küfre girmiştir.(8)”
Vehhâbîlerin, bu görüşleriyle
sâlih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre,
“tasavvuf İslâmi olmayan bir
bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin
kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükâşefe
dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini
istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.(9)“
Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de,
ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi olduklarına inanıp himmetlerini
dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar vardır. Kabirlerine gidip,
kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvarmaktadırlar. Onların gavs,
kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi mertebelere ayrıldıklarını ve bunlara
nezretmek ve kurban kesmenin caiz olduğunu söylemektedirler. Bu sözler tam
anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedî helak oluş ve azab vardır... Bunlar
Kitâb, imamların akideleri ve ümmetin icmâina muhaliftir. Kur’ân-ı Kerîm'de, “Doğru yol
kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber’den ayrılıp inananların
yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme
sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nîsâ,
115) buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve Ölümlerinden sonra tasarruflarının
bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah’ın
“Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah’ındır. Allah her şeye. kadirdir.” (Âl-i İmrân, 189) âyetini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf,
takdir hususunda, tekdir... O halde Allah’tan başkasına yalvarmak küfürdür,
şirktir ve sapıklıktır(10).
Vehhâbilerin büyük imamlarından
meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabî gibi
büyük evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini
Şiilere karşı Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa
ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika
faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî gibi çok evliyâyı inkâr ve
tekfir ediyorlar.
Muhammed b. Abdilvehhâb’in şefaat
ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet’in anlayışından farklı bir anlayışa
sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah’a ait ve
ancak O’nun izni ile olacağına Hz. Peygamber’in büyük ve küçük günah işlemiş
mü'minlere şefaatinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitâb, Sünnet ve icmâ ile
sabittir, der.
Ayrıca Vehâbîlerin, tevessülü
ibâdet şeklinde anlayarak karşı çıkmaları da yanlıştır; çünkü ibâdet, Allah’a
tarifsiz bir inanç ile boyun eğmek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye
yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubûdiyyet, yani
kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta
ashabın Resûlullah’a tevessülü, bizzat O’nun başkaları için Allah’a tevessülü
ve vefatlarından sonra da O’nun ve sâlih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i
Sünnet’in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur’ân’ın ruhuna uygun bir
davranıştır(11).
Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddî
ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara
ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslâm’ın özü ve ruhu
demektir, özsüz ve ruhsuz dîn olmayacağına göre, İslâm'da tasavvufun olması
fevkalâde tabiîdir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan
başka bir gayeyi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur’ân ve Sünnet’in,
nefsânî arzulara göre değil, ilâhî irâdeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı
görüyormuşçasına ibâdet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslâm’ın tam
anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhâbîlerin, tasavvufun İslâmî
olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona bâtıldır. Tasavvufun İslâmî olmadığını
söyleyebilmek, her şeyden önce İslâm’ın, yani Kur’ân ve Sünnetin “künhüne”
nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurları olarak
bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur’ân ve
Sünnet’in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış
ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini
fevkalâde yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlimlerin medresesiz
düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu
bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tarihimiz açısından, Anadolu’nun
İslâmlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse
görmezlikten gelemez. San’at, musikî, edebiyat, ahlâk, cesaret, doğruluk
hususunda en mükemmel örnekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka
hizmet demektir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslâm’ı yaşanan ve
yaşayan bir ahlâk ve nizam hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz
gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit
edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen
duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu
canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve atâletin pençesine düşmüştür. Bir
müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle
kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun
bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın dâim Allah’ın huzurunda olduğunun
şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir.
Burada tasavvuf, tekkeler ve
velîlerin, Vehhâbîler karşısında savunmalarını yapacak değiliz; çünkü onların,
büyük geçmişleri ile buna kesinlikle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne
derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam
Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte
bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o
kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek
hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma” (Kehf, 28) emrince, kendilerini
Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş
bahtiyarlar kafilesidir.
3. Bid’at:
İbn Abdilvehhâb, bid’at konusunda
tamamen İbn Teymiye’ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre,
“Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinde
bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey
de reddedilir.” Nitekim “Sahîh hadîslere göre Resûlullah (s.a.s.) da, ‘Her
yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır’ buyurmuştur” diyen Muhammed İbn
Abdilvehhâb, bu hususta Ahmed b. Hanbel’in şöyle söylediğini nakleder:
“(Hadîsleri) Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyân es-Sevrî (v.
161/777)’nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “...O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir
belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63).
Muhammed İbn Abdilvehhâb devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne,
şirktir” der(12).
İbn Abdilvdıhâb’ın torunu
Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel’den rivayet olunan bu görüşün
açıklamasında ayrıca, İbn Abbâs’ı delil göstererek, “Allah’ın sözüne uymayan ve
Nebî (s.a.s.)'den başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitâb
ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid’atler, sapıklık alâmetidir. Ayrıca
“akâid konusunda kelâmcıların, helâl ve haram konusunda fakîhlerin sözleri
delîl olamaz.”
İbn Abdilvehhâb’ın en korkunç ve
hattâ şîrk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların
ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de
Zeyd b. el-Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki
onlara, bir kısım yazarlarca “Mâbed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir(13).
Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhâbîlik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den
bu konuda şu nakilde bulunur(14): “Müslümanların
Vehhâbîlere nefretini gerektiren bir husus vardır. O da Vehhâbîlerin istilâ
ettikleri bir ülkede fikirlerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların
davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke’ye girdiklerinde eserle ilgili
birçok kubbeler (türbeler) yıktılar: Hz. Hatice’nin türbesi, Peygamberimizin
ve Hz. Ebû Bekir’in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin
başında gelir. Medine’ye girdiklerinde ise, Allah Rasûlü’nün kabri üzerinde
bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar,
Müslümanların gazabına ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu.
İnsanlardan bazısı, tarihî eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslâmî
şefkatin sembolü olan Peygamber’in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü.
Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.”
İbn Abdülvehhâb’ın mezarlarla
ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in,
“Şu üç mescidden başkası için (sevap
umarak) yolculuğa çıkılmaz: Mescid-i
Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve
Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mâbed
yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı
ibâdet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirlerini mescid ittihaz
edenlere, Allah’ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki
daha birçok hadîsini delil getirerek, mezarlarda ibâdet edilmesini şirkle aynı
seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye’nin görüşleri
istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve
Resûlü’ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç
bid’attir(15).
Ayrıca Hz. Peygamber’in “Evlerinizi
mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salâvat getirin;
çünkü salâvatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadîsine göre, sevab
umarak Hz. Peygamber’in kabrini daha ziyaret edip orada ibâdette bulunmak
yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da
vesîle olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi
ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapıtmışlardır. Mezarlar üzerine yazı
yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhâda vesîle olan en kötü
fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa
olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere,
kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid’attir.
Peygamber’in hâtırasını ta'zîz,
hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına
tapmaktır; dolayısıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu,
Peygamber’e ibâdet mahiyetindedir. Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirilir;
ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemek, “Seyyidunâ ve Mevlâna” dememek
şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde,
ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve dua etmek de bid’attir.
Vehhâbîler, bid’attir diye birçok
mübah olan şeylere hücum etmişler, yasaklamışlardır. Meselâ mevlîd
toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlîd okumak, okutmak, sünnet ve
nafile namazları kılmak da Vehhâbîlerin yasakladıkları şeyler arasındadır(16).
Nazar değmemesi için nazar boncuğa
taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah’tan
başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belanın,
hastalığın yok olması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve
benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak,
sâlih kişilere, evliyaya saygı gösterip Allah’tan başkasından niyaz, dua ve
yardım dilemek bid’attir, şirktir.
Vehhâbîlere göre, Allah’a şirk
koşmanın gizli ve manevî olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk
etmek bu nevîdendir; çünkü bu işler, Allah’tan başkasına gösteriş için
yapılmaktadır. Bir kimsenin sâlih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da
şirktir. Dehre, havaya, rüzgâra sövmek şirktir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve
minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. Ayrıca
namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle
kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında dinden
çıkmış (mürted) hükmü verilir.(17)” Namazın cemaatle kılınması mecburîdir.
“Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların
Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat'ten hariç Şiîlere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi
ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker
yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zîr
cezasının verilmesi, Vehhâbîlerin davranışları arasındadır.
Tütün ve kahve içmek İbn
Abdüvehhâb’a göre çirkin ve kötü şeylerdendir. Sigara ağzın tadını bozar,
çirkin koku sebebiyle soğan ve sarımsağa benzer, üstelik insana da zararlıdır
ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk
için olduğu gibi kırk değnek vurulur. Ancak Vehhâbîlerin bugün tütün ve
nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir.
Vehhâbîlere göre, bir başka bid’at
de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur’ân'dır. Kütüb-ü Sitte
denen altı hadîs kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de
delil olur. Şiîlerin, kelâmcıların, mutasavvıfların, ahlâkçıların dayandıkları
hadîsler mutlak surette mevzudur, delil olamaz. Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ
ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu
değildir. Kur’ân ve Sünnet zahirî anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu
mânâda müteşâbihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre
mânâlandırılır. Bu işte aklı ve te'vîli işe karıştırmak bid’attir, küfürdür”.
Allah’ın zâtı ve sıfatlan ile
ilgili Kur’ân-ı Kerîm'de geçen âyetler, Vehhâbîlere göre, olduğu gibi alınmalı;
ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre mânâlandırılmalıdır.
Ümmet’in selefi, Allah’ın zât ve sıfatlarını bildiren müteşâbihleri te'vîle
yanaşmamışlar ve onlar Allah’ın Kendini vasfettiği ve Resulü’nün de O’nu
sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tîle yanaşmaksızın kabul
etmişlerdir. Te'vîl bid’at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhâb’ın, Allah’ın zâtı ve
sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel’i taklîd ettiği aşikârdır. Müteşâbihlerin
ve Allah’ın sıfatlarının, zahir mânâlarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah’ı
cisimlendirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah’ın sonradan
olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah’ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih
hükümlerin te'vîl edilmesinin, Allah’ı teşbih, tecsîm ve ta'tîlden tenzih için
caiz ve hatta zarurî olduğunda birleşmişlerdir(18).
Görüldüğü gibi, Vehhâbîlerîn şirk
olarak gördükleri bid’atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin
aslı ile ilgileri bulunmayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik
dünyalarının tabiî bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. Öte yandan
Vehhâbîlerin mezar ziyaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü
Resülullah (s.a.s.), kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashâb ve selef de,
İslâm’ın başlangıcından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde
bulunmuşlardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam hâline getirmek haramdır.
Ancak unutulmamalıdır ki, İslâm'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin
bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zîmi, şirk olarak değerlendirmeye
hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslâm'da, Allah adına yapılan bir iştir
ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbirine
karıştırmayacak derecede îmân salâbetine sahiptirler. Hâsılı dîne ve imâna,
mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur’ân
ve Sünnet’in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlığın dini olan İslâm’ı
basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir?
4. el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker:
“İyiliği emredip kötülüğü
yasaklama”, bütün İslâm mezheplerinin benimsediği bir Kur’ân emridir. Ancak
bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet,
bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için
makul olan yolu benimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine
getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah’ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” (Mâide,
99) emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile,
haram ve vâcib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya
çalışmıştır”.
Haricîler ve günümüzde yaşayan
kolu İbâdiyye ise, bu görüşü, İslâm’a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak
şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhâbîlere tam bir örnek
olmuşlardır. Öyle ki, Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi
Bid’at saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı
Kerim’in, “Siz, insanlar için ortaya
çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir
ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110) âyetine göre zarurî olduğuna inandıkları
için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullanmaktan
çekinmemişlerdir(19).
Nitekim Suûd'un daha önce sözünü
ettiğimiz, Medine’yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslâm’ın nîmetiyle şereflenip
Cenâb-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık âba ve ecdadınızın
bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve
zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların
derslerine devam ve her ne mev’iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise,
mucib ve muktezâları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet
içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve
hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'rûf’
anlayışının izleri görülebilir.
"İyiliği emir, kötülüğü
yasaklama” anlayışının, her türlü bid’ati içine alır şeklinde tatbiki,
Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son
asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu
hususta Kâtib Çelebi (v.1659) şunları söyler: “Bid’atler, halkın arasında bir
töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at, bir halkın arasında yerleşip oturduktan
sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak (el-Emru
bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker) işidir diye halkı yasaklayıp ondan
döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp âdet
edindiği işi, eğer (ister) sünnet, eğer (ister) bid’attir, bırakmazlar. Meğer
elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikâdda olan
bid’atler için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel
işlerinde olan bid’atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan
dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid’atten
döndüremediler.”
"İmdi, halk âdetini bırakmaz,
her ne ise, Allah’ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara,
İslamların düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını ve esaslarını halk
arasında saklamak lâzımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek
ve onları bid’atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla
yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah’ın elçisi üzerine düşen
ancak bildirmektir (Mâide, 99). Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz.
Kısacası, bu yolda derinleşmek ve incelemek faydalı değildir.
Zira, Peygamberimizin zamanından
sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve
araştırsalar, Sünnetten çok uzaklaşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini
yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan istek ve
sözler hiçbir yolda bid’attan sıyrılmış değildir.”
"İmdi, ümmetin şefaatçisi
-Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun- olan Hazret'ten (Muhammed Mustafa)
niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid’at suçlarının çokluğuna
bakmayıp Allah’a îmân etmiş ve O’nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı
şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete
tam tamına riâyet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve
mekânın başkalığından lâzım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak
kaidesine dayanır.(20)”
5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri:
Vehhâbîlik, doğuşundan bugüne
kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun
“modernist” bir hareket olduğunu “İslâm reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil
ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhâbîliğin Hanbelilik ile
Hâricîlik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhâbîlik, Zâhiriyye, yani âyetleri mecazî anlamlarına
göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır.
Ancak Vehhâbîlik, ne şekilde
görülürse görülsün, aşikâr olan cihet şudur:
Vehhâbîler, diğer bütün İslâm
mezhepleri gibi Kur’ân ve Hadîsi temel kaynaklar olarak görmekle beraber,
onları anlayıp tatbik etme hususunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn
Abdilvehhâb ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı
kalmışlardır. Ancak bu hususta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam
bir bağlılık söz konusu değildir. Çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de
kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur’ân ve Hadîsin, te'vîlden uzak
zahirî hükümleridir. Bu bakımdan Allah ve Resûlü’nden başka, haramı haram,
helâli helâl kılacak yoktur; çünkü Kur’ân ve Sünnet, uyulması gerekli bütün
kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve te'vîle yer yoktur.
Kur’ân ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir
mezhebe bağlanmadan her şey Kur’ân’ın zahirinden çıkardır. Kur’ân-ı Kerîm kesin
delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadîsler de delil olur.
Müteşâbih âyetler de delildir; ancak bunlar te'vîl edilmeksizin zahirlerine
göre hükmolunur. Bunları te'vîl ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden
Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki
âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih mânâları çıkacak diye
zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın
Resulü bildirirdi”.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîsleri,
Allah’ın sıfatlarını ve müteşâbihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir
şekilde insanı teşbih ve tecsîme götürecektir. Bunun içindir ki, Vehhâbîler
ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır.
İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd
kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır.
Vehhâbîler ictihâd kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp
ictihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemelerine
rağmen, bizzat kendileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.
Öte yandan Vehhâbîler, amelî
yönden olduğu gibi, îmân noktasından da zahire bağlı kalmışlardır.
Onlara göre îmân, daha önce de
söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik,
amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli
yerine getirmeyen kimse, Vehhâbîlere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların
cumhurunun görüşlerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricîlerin anlayışını
benimsemek demektir. Kısaca Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet'e dönüş gibi,
gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için
gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vasıtası
kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihâd kapısını, daha da sıkı bir şekilde
kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar
kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısırlaştırmak
demektir.
Sonuç olarak şunları beyan etmekte
yarar bulunmaktadır: Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde
mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin
içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır.
Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların
yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam
cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve
zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır.
Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. Ümit edilir ki, bu yanlışlar
tekerrür etmez. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı
arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola
çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya
çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali
gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir.
Dipnotlar:
* Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’ya ait olan
“Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını
taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde
bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. Önemli bir kısım dipnotları
verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem
Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı
Yayınları, İzmir2004, s.89-111.
Dipnotlar:
(1) Abdurrahman b. Hasan,
Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 115.
(2) Muhammed b. Abdilvehhâb,
Keşfu’ş-Şububât, 43.
(3) Muhammed b. Abdilvehhâb,
Keşfu’ş-Şububât, 4-5.
(4) Muhammed b. Abdilvehhâb,
Keşfu’ş-Şububât, 27-29.
(5) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da
Fıkbi Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir
Şener (Ankara 1968), 3/221.
(6) Muhammed b. Abdilvehhâb,
Keşfu’ş-Şububât, 20-21.
(7) Muhammed b. Abdilvehhâb,
Keşfu’ş-Şububât, 13-17.
(8) Abdurrahman b. Hasan,
Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 167.
(9) Vehhâbîler böyle söylemelerine
rağmen, kendileri tam zıddı bir davranışı sergilemişlerdir. Nitekim "İbn
Vehhâb, ‘bir kimse Peygamber'e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh
Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu: “Erkân-i
İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını
ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri
ona “İslâm'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti. Bkz. Yusuf
Ziya Yörukan, "Vehhâbilik", İFD., 1953-1/61-63.
(10) Abdurrahman b. Hasan,
Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 168-172.
(11) Örnekler için bkz. Abdülkerim
Polat, Teymiyyecilik-Vehhâbilik, İstanbul 1977, 56 vd., 109 vd..
(12) Abdurrahman b. Hasan,
Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 385-387.
(13) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da
Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu,
İstanbul 1970, s. 282.
(14) Ahmet Emin, Zu’amâu’l-Islâh
fî Asrı’l-Hadîs, Beyrut ts., s. 19-20; A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî
Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 81.
(15) Abdurrahman b. Hasan,
Fethu’l-Mecîd, 299 vd..
(16) A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde
Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 88.
(17) Ahmed b. Nâsır en-Necdî,
el-Fevâkihu’l-Azâb fi’r-Reddi alâ men lem Yahkum bi’s-Sünneti ve’l-Kitâb
(el-Hediyyetu’s-Sunniyye içinde), s. 66’dan naklen A. Vehbi Ecer, a.e., s. 86.
(18) Örnekleri için bkz. Sayın
Dalkıran, Aklın Büyük Yanılgısı Tanrılaştırma, İstanbul 1995.
(19) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da
Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu,
İstanbul 1970, s. 282.
(20) Katip Çelebi, Mizanu’l-Hak,
65-67
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.