اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ
الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه
اَجْمَعِينَ
Bundan Sonra…
Şübhesiz ki Râbıta’nın taraftarları olduğu gibi, inkârcıları da
vardır. Biz İnşâallah bu makalemizde, taraftarların müminler ve âlimleri,
muârızların ise cühelâ sürüsü olduğunu göstereceğiz. Meselemizi bi iznillâh üç
Fasıl ve bir Netîce ile açıklığa kavuşturmaya çalışacağız: Birinci
Fasıl Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir Kısmı ve Söyledik- lerinden
Bir Nebze, İkinci Fasıl Râbıta’yı Reddeden Âlim Var mıdır?, Üçüncü
Fasıl Râbıta Hakkında İleri SürülenBazı Şeytânî Şübheler ve Vesveseler,
Netîce de bu husustaki sözümüzün hulâsası hakkında olacaktır. Tevfîk
sadece Allah celle celâlühû’dandır.
Birinci Fasıl
Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir
Kısmı ve Söylediklerinden Bir Nebze
-------------------------------------------
Râbıta taraftârı olan âlim zâtlar ve râbıta’nın faydası ve lüzûmu
hakkında söyledikleri sözler çoktur; lâkin biz burada sadece bir kısmını
zikredeceğiz:
Bir:
Abdülkadir-i Geylânî kuddise sirruhû.O, şöyle diyor: Dervişin, velîlerle
kalbi bir râbıtası vardır. O râbıta sebebiyle bâtınen (kalbiyle) onlardan
istifâde eder...[1]
“Abdülkadir-i Geylânî zâten tasavvuf adamıdır. Şer'î hükümlerde ve
töhmet edildiği Tasavvuf husûsunda O’nun sözünü kabûl etmeyiz” diyecek olanlara
onun Şer'îat meşâyıhından olduğunu hatırlatmaya bilmem lüzûm var mıdır? İbnü’l-İmâd'ın
İbn-i Sem’ânî’den, İbn-i Receb’den ve diğerlerinden naklettiğine
göre, O, Hanbelîlerin ileri gelen âlimlerindendi. İbn-i Sem’ânî’nin de
dediği gibi, asrında Hanbelîlerin imâmı ve şeyhi, sâlih bir fakîh, dindâr,
hayırlı, zikri çok, fikri sürekli ve ağlaması süratli olan biriydi. O’ndan
(hadîs) yazdım.[2] İbn-i Kayyım
el-Kasidetü’n-Nûniyye’sinde ondan nakiller yapar.[3]
O’nun sözlerini akîdede kendine mesned eder.[4]
İki:
İmâm Sühreverdî.O,Şöyle diyor: (Namaz kılan, teşehhüd’de) Nebî sallallâhu
aleyhi ve sellem’e selâm verir ve O’nu kalbinin gözleri önünde şekillendirir.
İmâm Sühreverdî kuddise sirruhû, Şâfiî ulemâsının ileri
gelenlerindendir. Hâfız ’İrâkî’nin ifâdesiyle zamanının âlimlerinin
biriciği, vaktindeki Şâfiîlerin imâmı olan İsnevî (Ö:772), O’nun
hakkında şu ifâdeleri kullanıyor: Tarîkat şeyhi ve hakîkat ma’deni, Lisân, hâl,
ilim ve amel bakımından vaktinin imâmı idi.[5]
Üç:
İmâm Ğazâlî kuddise sirruhû. O, şöyle diyor:Kalbinde Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem’i ve kerîm şahsını hazır et ve esselâmu aleyke
eyyuhennebiyu... de, bu selâmın ona ulaşacağı ve ondan daha tamâmını sana
geri iâde edeceğine (ve aleykumüsselâm diyeceğine dâir) emelin doğru olsun.[6]
Bunun namazda olması Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e hâstır.
Ğazâli’nin aynı zamanda bir müctehid olduğunu ilim adamları bilir...
Dört: İbn-i
Hacer el-Heytemî rahimehullah. Şöyle diyor: (Teşehhüdde) Nebî sallallâhu
aleyhi ve sellem’e hitâb edilir. Sanki, ondan perdenin kaldırıldığına ve
Ümmet'inden namaz kılanların ona gösterildiğine ve onlar için en fazîletli
amellerinde şâhidlik yapması için onlarla hazır olduğuna işâret vardır.[7]
İbnu Hacer,
Şerh-i Şemâil’de şöyle der: İbn-i Abbas radıyallâhu anhümâ’nın, rü'yâda Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüğü ve mü’minlerin analarından birinin yanına
girdiği, O’nun da, O’na Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in aynasını
çıkardığı, o aynada Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’ın sûretini gördüğü
kendisini görmediği anlatılmıştır.Bu, Sûfîlerin ıstılahında Râbıta’da yok
olmak demenin kendisidir.[8]
“İnşâd (başkasına âid bir şiiri okumak) ve sözlerin sana
meylettireceği güzelliklerden kulağını doldur”beytinin şerhinde şöyle
diyor: Zîrâ, onlar (güzellikler) dinleyende, bir kendinden geçme râyiha ve
coşkunluğu meydana getirir. Nefsi, sevgilisine doğru harekete geçirir. Bu
hareket ve şevkle sevgilinin tahayyülü, zihinde hazır edilmesi ve sûretinin
kalbe yaklaşması ve o sûretin fikri düşünceyi istilâ etmesi hâsıl olur...[9]
İbn-i Hacer’in Şafiîlerin fetvâ merci'i büyük bir muhaddis ve
fakîh olduğu erbâbınca bilinen bir şeydir. O kadar ki onun kırkta bir ilmi
zamâne cahillerindedört mezheb İmâmının önüne geçer mutlak müçtehidliğinizi
ilan ederdiniz... Gerçi şimdi de öyle düşünüyor olabilirsiniz, bilmiyorum...
Beş:
Allâme, Müfessir Süleyman Cemel rahimehullah. O, Metn-i Hemziyye’ye
yazdığı el-Futühâtü’l-Ahmed İbn-i Hanbelîyye isimli şerhinde aynı ifâdeleri
kullanıyor.[10]
Altı:
Muhammed Müftî el-Hadimî rahimehullah.Şöyle diyor:(Zikir esnasında tefrika
veya vesvese gelirse) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in veya şeyhinin
sûretini hayal eder...[11]
Yedi:
İmâm Müfessir Âlûsi. Şöyle diyor:Kalbe gelen vesveselerin defedilmesi için
çok sebebler vardır. Birisi de Râbıta diye isimlendirdikleri, şeyhinin sûretini
hazır etmektir...[12]
Büyük müfessiri tanıtmaya ihtiyac var mıdır?
Sekiz:
Şâh Veliyullâh ed-Dihlevî rahimehullah.Şöyle diyor: Üçüncüsü de,
şeyhine Râbıta’dır. Râbıta'nın şartı, şeyhin, teveccühü kuvvetli,
dâimî Allah’la beraber olan birisi olması lâzım. Mürîd onunla beraber olunca
nefsini onunla beraber olmanın dışında her şeyden boşaltır, ondan gelecek olanı
bekler, gözlerini kapatır ve onları (gözlerini manen hayalen) açarak şeyhinin
iki gözü arasına bakar. Bir şey akarsa (gelirse) bütün kalbiyle ona tâbi' olsun
ve onu muhâfaza etsin. Şeyh, ondan uzakta olduğunda da sevgi ve hürmet vasfıyla
onun sûreti onun sohbetinin/beraberliğinin verdiği faydayı verir...[13]
Şâh Veliyullah ed-Dihlevî’nin ne denli büyük bir muhaddis, ne büyük
bir fakîh olduğunu anlatmaya ihtiyaç var mı? Hattâ, müctehid olduğunu
söyleyenler de var.
Dokuz:
Şâh Abdülazîz ed-Dihlevî rahimehullah.Büyük muhaddis ve müfessir.
Veliyullah Dihlevî’nin oğlu Hindistân muhaddislerinin üstâdı…
Diyor ki: Hakîkat o ki, bu (Nakşibendiyye) Tarîkat(ı), mürîdi
(Allah’a) en çok yaklaştıran bir tarîkattır. Mürîd ilim ve anlayış sâhibi
değilse o zaman şeyhi mürîdin ona olan üstün sevgisi ve onunla olan Râbıtası
sebebiyle onda tasarruf eder. Zîrâ hakîkat meşayıhı, Allah’la beraber ol,
olmadıysan Allah’la beraber olanla beraber ol; Allah celle celâlühû kelam-ı
mecîdinde sâdıklarla beraber olunuz, buyurdu dediler. Şeyhi (Mevlâ’nın) zâtî
müşâhedesine ulaşmış kâmil biri ise, bunda (âyette), şeyhine Râbıta
etmeye işâret vardır.[14]
On:
Muhaddis ve Fakîh Abdülhakk ed-Dihlevî rahimehullah.O, şöyle diyor:(Âdâbın)
Dördüncüsü, zikre başladığı zaman, kalbiyle şeyhinin himmetiyle istimdâd
etmesi. İstiânede, diliyle şeyhi çağırsa câizdir.[15]
Abdulhakk ed-Dihlevî, hicrî dokuz yüz ve bininci yıllarda yaşamış
Hindistan’ın önde gelen muhaddislerindendir. Mişkâtü’l-Mesâbih üzerine yazdığı Lemeâtü’t-Tenkîh
Şerhu Mişkati'l-Mesâbîh isimli şerhi, kendinden sonraki ulemânın
eserlerinde, Kütüb-i Sitte haşiyelerinin, Mişkâtü’l-Mesâbih şerh ve
haşiyelerinin ilim ve feyz kaynağı olmuştur. Hindistanda hadîs ve fıkıh
ilimlerini ihyâ eden, icâzetname silsilelerinin büyük üstâdı emsalsiz bir İmâm
idi.[16]Önceleri İmâm Rabbani’ye karşı ise de
sonradan onun kerâmet ve üstünlüklerini görünce tevbe edenlerden olmuştu.[17]
On Bir: Allâme
Tâcüddîn el-Hindî rahimehullah.Şöyle dedi:(Mürîd) ilk oturduğunda şeyhinin
sûretini (zihninde) hazır eder.[18]
On İki:
Abdulğenî en-Nablûsî rahimehullahTâciyye Şerhi’nde bu ifâdeleri aynen
kabulleniyor.[19]
Abdulğanî en-Nablûsî büyük hadîs âlimi muhaddis büyük fakîh. Zehâiru’l-Mevâris
isimli hadîs kitâbının sâhibi el-Hadîkatü’n-Nediyye Şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye
isimli, değerli fıkıh ve mev’iza kitâbının ve Hediyyetü’l-‘İbâd
Şerhu-Tuhfetı’l-Murâd isimli fıkıh kitâbının ve nice eserlerin müellifi,
büyük muhaddis koca fakîh...[20]
O, Tâciyye Şerhi’nde şöyle diyor:(Mürîd),şeyhinin sûretini,
O’ndan kendine meded hâsıl olması için en kâmil bir hâl üzere zihninde hazır
eder.... Zîrâ, şeyhi onun Allah’a (açılan) kapısı O’na ulaştıran vesîlesidir.
Nitekim Allah Teâlâ, ey îmân edenler Allah’tan ittika ediniz ve sadıklarla
beraber olunuz buyurdu. Allah Teâlâ, O'na varmaya vesîle arayın
buyurdu. Sâlikin (Allah yolunun yolcusunun), yolculuğunun başında Rabbini
tanımaya kudreti olmaz ki Allah’la kendi arasındaki vâsıtayı düşürsün. Rabbini
tanımayınca da, kalbiyle ancak, sonradan olma bir mahlûku görme imkânı olur.
Eğer o, kalbiyle gördüğünü Rabbi diye görürse o kâfirlerdendir. (Bundan) Allah
Teâlâ’ya sığınırız. O hâlde ona vâcib olan, şeyhini görmesi, sûretini tasavvur
etmesi, ta ki Allah Teâlâ’dan mededi alan şeyhinin sûretine olan hürmeti
sebebiyle Allah’tan yardım alabilsin. İlâhî fethi elde edene kadar bu hâl üzere
kalsın. Biz, müridin vâsıtayı aradan kaldırıp Rabbini (zihninde ve gönlünde)
hazır etmesinin en kâmil (en üstün bir mertebe) olduğunu inkâr etmiyoruz. Lâkin
ilim ve üzerinde bulunduğumuz hâl îcâbı olan vicdanı zevkle (manen bulup
tatmakta) kesin olarak biliyoruz ki, bu, sülûkun başında mürîd için zarûrî
olarak ebediyyen imkânsızdır. Zîrâ, bütün havâtır (vesvese) ve makâsıd (maksad
ve hedefler) ancak ârifin bileceği ve câhilin bilemeyeceği sonradan olma bir
mahlûk üzerine gerçekleşir. Bu sonradan olma mahlûk, câhilin katında, onu
tanımadığından, onun (haşa) Rabbidir. Küfürde de hiçbir mazeret olmaz. O
bakımdan, (mürîdin) vesîle edinmesi lâzım olan ve idrâk edilebilen mahlûk ile
idrâkinden aciz kalınan kadîm’ın (Allahın) arasını, hayali bir şekilde değil
de müşâhade ve tatmaya dayanan bir ayırma ile ayırabilmesi için Râbıta
gerekir… Bundan sonra da Râbıta’yı aradan kaldırır...[21]
On Üç:
İmâm Şa’rânî rahimehullah. O, zikrin edeblerini sayarken şöyle dedi:
Yedincisi, şeyhinin şahsını gözleri önünde hayâl etmesi... Bu, onlara göre
edeblerin en kuvvetlilerindendir.
Bilenlerin bildiği şu büyük muhaddis ve fakîh İmâm Şa’rânî...
Ahkâmla alâkalı hadîslerin toplandığı Keşf-ul-Ğumme’nin, Sünnet
çerçevesinde hakîkî mü'minin vasıfları şeklinde tanıtabileceğimiz Levâkıhu'l-Envâri'l-Kudsiyye
nâmındaki kitâbın, dört mezheb üzerine yazılan fıkıh kitâbı el-Mizanü’l-Kübrâ’nın,
gerçek şeyh ve mürîd ile sahtelerini ayıran mükemmel bir mihenk olan Tenbîhu'l-Muğterrîn’in,
câhiller ve hâinlerce durmadan hırlanan Tasavvuf büyüklerinin akîdelerinin
Ehl-i Sünnet akâidine nasıl tıpa tıp uyduğunu apaçık bir şekilde ortaya koyan El-Yevâkıt
ve'l-Cevâhir’in ve daha nice kıymetli eserlerin sâhibi… Zamânının ilim ve
irfân kutbu İmâm Şa’rânî…
On Dört:
İmâm Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî kuddise sirruhû .
On Beş:
Ubeydullah el-Ahrâr kuddise sirruhû .
On Altı: Muhammed Pârîsa kuddise sirruhû .
Bu büyük zâtlar, aynı zamanda Buhârâ’nın ileri gelen hadîs
âlimlerindendi.
On Yedi:
İmâm Rabbânî kuddise sirruhû.
On Sekiz:
İmâm Ma’sûm kuddise sirruhû.
On Dokuz:
Mevlânâ Hâlid kuddise sirruhû.
Zamanının ileri gelen akâid âlimlerinden. Mevlâna Hâlid aynı
zamanda büyük bir hadîs âlimi idi. Meşhûr Cem’u’l-Fevâid isimli hadîs
kitâbı üzerine haşiyesi var. Akâide dâir benim bildiğim iki eseri mevcuddur.
Diğer eserleri için de el-Mecdü’t-Tâlid isimli esere
bakılabilir.
İmâm Rabbânî ve İmâm Ma'sûm’un akîdeye dâir yazdıkları her biri müstakil
bir risâle olabilecek onca mektupları var. Hattâ İmâm Rabbânî’nin, akîde
mevzû'unda, İsbât-ı Nübüvvet isimli müstakil bir eseri de mevcuddur. Bu
eserlerinde Ehl-i Sünnet’in birer keskin Hind Kılıcı olmuşlardır.
Bunların yanında, ayrıca Kelâm ilminin ölümsüz âbidelerinden Şerh-i Mevâkıf’ı
da talebelerine defalarca okutan kimselerdir.
Bu zâtlar ve bunlar gibi buraya almadığımız, ilminin zekatı,
müctehidleri koyup geçen zamâne müctehidleri gibileri ictihâd mertebesine
çıkarabilecek onlarca büyük İmâm, Râbıtayı eserlerinde açıkça
benimsemişler.
----------------------------------------------
Kimi Âlimlerin İfâdeleri de
Râbıta’yı Gerektirecek Husûsiyyet
Arzetmektedir
----------------------------------------------
Yimi: İmâm
Sübkî es-Şafiî.[22]
Yirmi Bir:
İmâm Süyûtî es-Şâfiî[23]
Yirmi İki: İmâm Halîl el- Malikî.[24]
Yirmi Üç:
Ebûl Abbas el-Müresî.[25]
Yirmi Dört:
İbn-i Atâullah.[26]
Yirmi Beş: Allâme Ekmelüddîn[27]
Yirmi Altı:
El-Eşbâh Şârihi El-Hamevî,[28]
Bunlar ve başka büyük âlim zâtlar, velîlerin rûhaniyetlerinin
değişik sûretlere bürünebileceğini, bunun bir kerâmet olduğunu
söylemektedirler.
Yirmi Yedi:
Seyyid Şerîf Cürcânî. Şerh-i Mevâkıf’ın sonlarında Şerh-i Metali’ın
başlarında,[29] “velîlerin sûretleri öldükten
sonra da müridlere zuhûr eder onlar da o sûretlerden feyizler alırlar”
demektedir.[30]
Yirmi Sekiz:
Muhaddis Halîl Ahmed İbn-i Hanbel es-Sihârenfûrî. Ebû Dâvud şerhi
Bezlü’l-Mechûd’de (yukarıda geçen bir hadîsin) Râbıta’ya işâret ettiğini
söylüyor.[31]
Yirmi Dokuz:
İbnü’l-Kayyim. Rûh bedene bitişik olduğu hâlde refik-i a’lâ da olur.
Öyle ki, sâhibine selâm verildiğinde mekânında olduğu hâlde selâmı alır[32]diyor.
Otuz: Allâme
el-Halebî eş-Şâfiî. Şerh-i Buhârî’de, şöylediyor: Sonra ona yalnızlık
sevdirildi sözünün şerhinde şeytan nasıl ki Resûlüllah sallâhu aleyhi ve
sellem’in sûretine giremezse kâmil velî sûretine de giremez.
Otuz Bir:
İbrâhim ed-Düsûkî.
Otuz İki:
Azîz Mahmûd el-Üsküdârî el-Hüdâî.
Otuz Üç:
Ârif Mustafâ el-Bekrî.
Otuz Dört: Allâme Ahmed Saîd Sâhibzâde. Şöyle diyor:Tasvîr yasak, tasavvur da
(müstehcen ve nâmahrem olmamak şartıyla) övülen bir şeydir. Tasavvurun
yasaklığını hiçbir kitâbta görmedik, aksine ilimlerin hepsinin husûlü tasavvura
bağlıdır. Nitekim bu zekilere gizli değildir. Zikir hâlinde şeyhin sûretini
muhafazada, tezkir (zikrettirme) hikmetinin ta kendisi vardır. Zîrâ zikrettiren
yanında duruyor. Onu Allah’tan ğâfil bir hâlde bırakmıyor.[33]
Otuz Beş:
İmâm Tâcüddin es-Şazeli.
Otuz Altı:
İbn-i Atâullah el-İskenderî.
Otuz Yedi:
Nûru’l-Hidâye müellifi Allâme Muhammed Es’ad Sâhibzâde.
Otuz Sekiz:
Seyyid Muhammed Efendi.[34]
Otuz Dokuz:
Seyyid Muhammed Alâuddîn.[35]
Kırk:
Şeyh Yûsuf Muhammed el-Cezmâvî el-Hanefî.[36]
Kırk Bir:
Şeyh Muhammed Necdî el-Ezherî es-Şâfiî.
Kırk İki:
Allâme Şeyh Ahmed İbn-i Hanbel er-Rifâî el-Mâlikî el-Ezherî.[37]
Kırk Üç:
Şeyh Muhammed el-Mâlikî.
Kırk Dört:
İmâm Allâme Devserî.
Şu son altı büyük âlim, Nûru’l-Hidaye
ve’l-İrfan müellifinin asrında yaşayıp bu esere takriz yazan, yani Râbıta risâlesini
tasvibkar ifâdelerle öven büyük ulemâdandırlar.
Ve daha niceleri... İlimde dağlar misâli bu büyük zevatın
tırnakları, evet, kesip attıkları tırnakları mesabesinde bile olmayan ilmi
kimlikleriyle kimler kim oluyorlar ki onlara karşı kem küm etme cesareti
gösterebiliyorlar?
-------------------------------------------
İkinci Fasıl
Râbıta’yı Reddeden Âlim Var mıdır?
-------------------------------------------
Diğer İslâmî ilimlerde îcâd edilen ve kullanılmakta olan fıkıh, tefsîr,
akâid, hadîs ilimlerinde bulunan ıstılâhlarda/terimlerde olduğu
gibi, Râbıta Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn, Tebe-i tabiîn ve
sonraki devirlerde ma’nâ olarak bilinip amel edilen bir amel olmakla beraber
ıstılah olarak sonrada ortaya çıkmıştır. Hicri dördüncü ve müteakip asırlarda
ıstılah olarak da kullanılmıştır. Müçtehidlerin, müfessirlerin, muhaddislerin
bol olduğu zamanlarda meşhur olmasına rağmen, hiçbir müçtehid ve hiçbir
âlim ona karşı çıkmamıştır. İleride de ayrıca zikredileceği üzere, bir çok âlim
tarafından tasvib edilmiştir. Hattâ, üzerinde gayrı meşrû' olmadığı
husûsunda Sükûtî İcmâ' vaki olmuştur. Meşrû’luğunu bir çok âlim te'yîd
etmiştir. Aleyhinde hiçbir âlimden hiçbir söz nakledilemez.
Yalnız bundan yüz on küsur yıl önce ölmüş Sıddîk Hasan Han, et-Tâcü’l-Mükellel
isimli tarihinde, Râbıta’nın kötü bir bid’at olduğunu, bunun dince
yasaklanmış olduğunun, Şâh Veliyullah Dihlevî tarafından el-Kavlü’l-Cemîl
isimli eserinde açıkça ifâde edildiğini, Allâme Muhammed İsmail
ed-Dihlevî’nin es-Sıratu’l-Müstekîm isimli eserinde Râbıta’nın
şirkten gizli olmayacak bir noktada olduğunu, ifâde ettiğini söylüyor.[38]
Sıddîk Hasan Han, zamanının hadîs âlimlerinden olmasına, İmâm Rebbânî ve velîler
hakkında son derece hüsn-i zannı ve medihleri bulunmasına rağmen, bir çok şaz
ve sapık düşünceleri de olan, Hindistân’ı işğâl eden İngilizlere karşı cihad
edilmesinin harâm olduğuna dâir fetvâ verecek kadar ilim, ihlâs ve Allah
korkusu sâhibi(!) biriydi.[39] Muâsırı olan büyük
muhaddis ve fakîh Allâme Abdü’l-Hayy el-Leknevî Tezkiretü’r-Râşid
isimli eseriyle O ve O’nun gibilerin sapıklıklarını sergilemiş, ağızlarına taş
tıkamıştı. O’nun ve allâme dediği, ama büyük ölçüde O'nun gibi biri olan
Muhammed İsmail ed-Dihlevî’nin şu husûsda sarfettikleri sözler, bunca
büyük ulemânın hükümleri yanında çöpe fırlatılma kıymetinde bile değildir.
Şâh Veliyullah ed-Dıhlevî’den yaptığı nakle
gelince.... O, Râbıta’yı savunanlardandır; ismi geçen el-Kavlü’l-Cemîl
isimli eserinde bunu açıkça belirtir.[40] Bu
gibi iftirâlar câhillere çok değildir de, kendini ilme nisbet eden, değirmen
sıçanı misâli unu olmasa da uçuşan un zerrecikleriyle sırtı kısmen unlanmış ve
beyazlaşmış kimselerin biraz olsun temkinli olmalarını gene de gönül istiyor,
işte... Zamâne câhillerinin zırvaları ise, -bağışlayınız- kendileriyle
taharet alınmaya bile lâyık değildirler; temizlenecek yerleri daha da
batırırlar.
Dünden günümüze kadar sayılamayacak kadar âlim, fâzıl ve sâlih
zâtların beyân ve amelleri varken, şu câhiller ve sapıklar gürûhunun şeytânî
vesveselerine aldananlara veyl olsun…
--------------------------------------------
Üçüncü Fasıl
Râbıta Hakkında İleri
Sürülen Bazı Şeytânî Şübheler ve Vesveseler
--------------------------------------------
Râbıta
inkârcılarının i’tirâz ve inkârlarına dayanak ve delîl zannettikleri şübhe ve
vesveseler haddi zâtında sayılamayacak kadar fazla ise de, içlerinde kayda
değer bir tane i’tirâz yok, dense yeridir. Hiçbirinde ilmî bir ağırlık
olmadığı gibi fikrî bir tutarlılık ve insicâm da yoktur. Birçok bâtılın kendi içindeki
kısmî tutarlılığından bile mahrûmdurlar. İlmî zâbıta ve disiplin diyârına çok
çok uzak olan şu lâubâlîlik ve keşmekeşlik galerisinden sâdece birkaç vesvese
ve şübhe maddesini göstermeyi kâfî görüyoruz.
-------------------------------------------
Birinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: Râbıta’da,
şirki gerektirecek hürmet ve saygı ifâde eden ibâdet duruşu vardır.
Cevâb:Bunu
iddiâ eden ahmak câhillere birkaç âyet ve hadîs ile hadîs âlimlerinin
üstadlarına gösterdikleri hürmetleri hatırlatalım…
-------------------------------------------
Her Hürmet Şirk midir?
-------------------------------------------
Sâhi, hürmete lâyık olanlara hürmet etmek, onlara ibâdet etmek
demek midir?
Çoğu câhiller, edeb ve hürmeti ibâdetle karıştırırlar.
Kimileri, hürmet bekleyeyim derken ilâhlık, ederler. Kimileri, hürmet
edeyim derken ibâdet ederler;kimileri de, meşrû’, hattâ
mesnûn olan/sünnet kılınan hürmeti, ibâdet kabûl ederek edebli
ve terbiyeli kimseleri müşrik ilan eder, sapla samanı karıştırırlar.
Bu, bilhassa, aklını, Kur'ân ve Sünnet yerine koyarak veya ilimden uzak bir
şekilde kıt akıllarıyla Kur'ân ve Sünnet'i tahrîf ederek akıllarını putlaştıran
câhil edebsiz ve terbiyesizler ile şeytanın maskarası olmuş yobazlarda çok
görülür. Halbuki Kurân ve Sünnet onları yalanlıyor ve utanmaz suratlarına
okkalı tokatlar vuruyor:
-------------------------------------------
Hürmet ve Saygıya
Dâir İnen Birkaç Âyet
-------------------------------------------
Bir: Hani
biz meleklere Âdem aleyhisselâm’a secde edin dediğimizde... İblis hâric hepsi
secde ettiler[41]
İki: Meleklerin
hepsi secde ettiler, İblis hâriç.[42]
Bu secde kendine has bir hürmet ifâdesiydi ve
her ne kadar bizim Şerîatımızda yasaksa da, o zamanki Şerîatta yasak
değildi. Öyle idi ama, edepsiz ve terbiyesiz İblis, buna karşı geldi ve
edebsizler ile terbiyesizlerin pîri oldu.
Üç:Ve
(Yûsuf aleyhisselâm) anasını babasını tahtın üzerine çıkardı ve secde edenler
olarak ona eğildiler, yere kapaklandılar...[43]
Bu bir hürmet ifâdesiydi ve Yûsuf aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû' idiyse de
Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû' değildir. Burası, ayrı bir
nokta…
Dört:Allah celle celâlühû’nun ve O’nun Resûlü'nün
önüne geçmeyiniz. Ey îmân edenler! Seslerinizi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in
sesi üzerine çıkarmayınız.[44]
Hangi ma’nâda olursa olsun bu âyetlerde
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet emredilmektedir.
Beş:
Aranızda Resûlü çağırmayı, birinizin birinizi çağırışı gibi yapmayınız.[45]
Bu saygılı davranma emri değil midir?
-------------------------------------------
Hürmet ve Saygıya
Dâir Gelen Bir Kaç Hadîs
-------------------------------------------
Bir: Abdullah b. Amr b. Âs radı-yallâhu anhumâ
anlatıyor:Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’den daha çok sevdiğim, gözümde
ondan daha büyük hiçbir kimse yoktu. Onu anlatmam vasfetmem istense gücüm
yetmez. Çünkü ona doyasıya bakmamıştım.[46]
İki:Enes
radıyallâhu anhu Anlatıyor: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellemMuhacir’den
ve En-sâr’dan oturmakta olan arkadaşlarının yanına çıkardı. İçlerinde Ebû Bekir
ve Ömer’de vardı. Ebû Bekir ve Ömer dışında hiçbir kimse gözünü kaldırıp ona
bakamazdı...[47]
Üç:Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem
konuştuğunda beraber oturduğu kimseler başları üzerinde kuş varmışçasına
başlarını eğerlerdi.[48]
Dört:Urve İbn-i Mes’ûd-Hudeybiyye Musâlahası
senesinde- Kureyş O’nu Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem’e gönderdiğinde,
Ashâbının ona olan ta’zîmini, abdest aldığında kalan abdest suyuna
koşuşturmalarını, az kalsın o su üzerine vuruşacaklarını… Tükürdüğü her hangi
bir tükrüğü veya attığı balgamı avuçlarıyla alıp onunla yüzlerini ve
cesedlerini ovaladıklarını… Bir kılı düştüğünde hemen ona koşmalarını… Onlara
bir emir verdiğinde emrine koşuşturmalarını… Konuştuğunda, yanında seslerini
kısmalarını ve O’na bir hürmet olarak keskin bakışlarla bakmadıklarını gördü.
Bütün bunları görünce, Kureyş’e döndü ve şöyle dedi:Ey Kureyş!... Ben kral iken
Kisrâ’nın yanında bulundum, yine kral iken Necâşî’nin yanında bulundum, ve
-vallahi- ben, hiçbir kavimdeki hiçbir kralı, Ashâbının arasındaki Muhammed
sallallâhu aleyhi ve sellem gibi asla görmedim.
Başka bir rivâyette, “Ashâb’ının Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet ettiği
gibi, hiçbir krala arkadaşlarının hürmet ettiklerini görmedim…”[49]
Beş: Üsâme
radıyallâhu anhu anlatıyor: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında
oturuyorduk, başlarımızın üzerinde sanki kuş vardı. Bizden hiçbir kimse
konuşmuyordu...[50]
Altı:
Talha radıyallâhu anhu anlatıyor: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı
radıyallâhu anhum câhil bir bedevî’ye, adağını yerine getireni O’na (Resûlüllah
sallâhu aleyhi ve sellem’e) sor dediler. Ona hürmet ve saygı gösteriyorlardı.[51]
Yedi:
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i berber tıraş ederken gördüm. Ashâb’ı
(düşen kıllarından almak için etrafında dolaşıyorlardı). Hiçbir kılın yere
düşmesini istemiyorlardı. Ancak bir adamın elinde olmasını istiyorlardı.[52]
Sekiz:
Bera b. Âzib radiyellâhu anhu diyor ki; Bir şey hakkında Resûlüllah sallâhu
aleyhi ve sellem’e sormak isterdim de, heybetinden dolayı, onu iki sene
(soramaz) geciktirirdim.[53]
Dokuz:
Vâzi’den -ki O Abdü’l-Kays kafilesindeydi- şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Medîne’ye geldiğimizde bineklerimizden koşup, Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’in ellerini ayaklarını öpüyorduk[54].
On: Abdullah
b. Ömer radıyal-lâhu anhuma anlatıyor; Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in
seriyyelerinden birinde idik. Ona varıp elini öptük.[55]
On Bir:Ömer,
kalkıp Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in ayağını öptü.[56]
Şu hâlde Kur'ân ve Sünnet ölçülerindeki bir saygı ve hürmeti
putlara gösterilen saygıyla karıştıran şapşalların işine şaşırmamak lâzım. Bu
tür haltları (karıştırmaları) onlar her zaman yaparlar. Sapla samanı her zaman
karıştırırlar. Benzeri rivâyetler, Ashâb'dan ve Tabiinden de bol bol gelmiştir.
Yani Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e karşı takınılan edeb, varislerine de
takınılmış. Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîne aynen
gösterilmiştir… Bu âlimlere gösterilen edeb ve hürmete dâir günümüz edebsizlerini
şaşırtacak rivâyetler, Hatib-i Bağdâdî’nin el-Câmi,[57]
ve Hâfız İbn-i Abdi’l-Berr’in Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve
Fazlihî[58] isimli eserlerinde de çokça
vardır.
-------------------------------------------
İkinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: Râbıta
tevessülü/aracılığı, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde de ifâde edildiği gibi,
puta tapanların putlarını Allah celle celâlühû’ya aracı yapmalarına benzer.
Müslim’in rivâyetindeki “…Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak, sana âid
olan, kendisi ve mâlik olduğu da senin olan bir ortak müstesnâ”[59] müşrik telbiyelerindeki putları vâsıta edinmeye
benzemektedir.
Cevâb
Bir:
Müşriklerin Putlara ibâdet etmeyi Allah’a yaklaşmaya vesîle ettiklerini ileri
sürerek, Allaha ve Resûlüne göre Allah’a yaklaştırıcı her vesîleyi şirk
saymak Allah celle celâlühû’yü yalanlamak ve ona iftirâ etmektir;
“Hiç şübhen olmasın ki sen (ey Resûlüm sallallâhu aleyhi ve sellem), elbette
(Allah celle celâlühû’nün kullarını) dosdoğru yola sevkedersin”. [60] Yani, Allaha yaklaşmalarına sebeb olursun.
Allah’a yaklaştırıcı her vesîle ve vâsıtanın şirk sebebi olmayıp,
bazılarının Allah’ın emri olduğunu yukarıdaki âyetlerle Allah söylüyor. Demek
her vesîle yasak değil. Yasak olanlardan en mühimi Puta ibâdet etme vesîlesi...Şirk
vâsıtasıdır…
İki:
Müşrikler “Ancak, senin bir ortağın vardır ki, o da, mâlik oldukları da
sana âiddir.” sözleriyle putlarını “Allah’ın ortağı” olarak kabûl
ettiklerini açıkça söylüyorlar. Hâlbuki Râbıta yapanlar bunu ne açık ne de üstü
örtülü söylemiyorlar. Onlar, bir yanda “sizi de yaptıklarınızı da yaratan (başkası
değil) Allah’dır” âyetine îmân ederek “Allah’dan başka hiçbir
(yaratıcı) fâil yoktur,” derler; öte yanda da sebebler âleminde
olduklarını unutmazlar; Allah’ın yaptıklarından şu müşâhade ettiğimiz ve
etmediğimiz şeylerden birçoklarını, yarattığı bazı varlıklar vâsıtasıyla
yaptığını söylerler. O yüzden Râbıta tevessülünü bu hadîsde geçen
müşrik sözüne kıyaslamak için noksansız olarak aptal ve serseri bir geri
gerizekâlı câhil olmak lâzımdır. Zîrâ böyle bir kıyâs için ortada menât
olabilecek hiçbir şey olmadığı gibi “fârık”/ayrı kılan vasıf dahî
vardır. Çünki, putların vesîle edilmesi âyetler, hadîsler ve akl-i selîm
ile yasaklanmıştır. Hâlbuki, Râbıta tevessülüne dâir böyle bir yasaklama
olmadığı gibi nassların manâlarının umûmu ve akl-i selîmin delâleti ile buna
teşvîk vardır. Öyleyse yapılacak kıyâs, fârık’a rağmen bir kıyâs
olacaktır ki bu bâtıldır. Böyle bir kıyâs müşriklerin sırf kâr getirme
illetiyle/temel sebebiyle fâizi alışverişe kıyâs etmeleri gibi bir akılsızlık
ve şaşırmışlık olur.
Üç: Bir
yanda biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye İbâdet ediyoruz[61] diyenler… Diğer yanda ise şu şu âyet, şu şu
hadîs ile beraber şu tecrübeye de dayanarak şu vesîleyi,“Allah’a varmaya
vesîle arayınız” âyeti şumûlünde görüyoruz diyenler… İkisi birbirine
benziyor öyle mi? Domuzun başı, gözü ve ayağı var. /Râbıtayı inkâr edenlerin
de başı, gözü ve ayağı var. /O hâlde Râbıtayı inkâr edenler domuzdur, şeklinde
bir kıyâs olmaz; değil mi?.. Olmaz tabiî... Çünki kıyâsın da bir ölçüsü
vardır.Sizin kıyâsınızdaki menât,[62]vesîle olmak” ise, “vesîle”nin
Farz, Vâcib, Sünnet, Mustehab, Mendûb, Mubâh, Mekrûh ve Harâm olanları da
vardı. O zaman, ard niyetli veya câhil değilseniz, Râbıtanın hangi
vesîleye girdiğini delîllerle araştırırsınız.Eğer Menâtınız puta
ibâdet ise, böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Hâlbuki müşrikler
hem ibâdet ediyorlar hem de ettiklerini söylüyorlar. Bu puta ibâdet etmek şu
batıl kıyâs sâhibince menât değil, netîce olabilir.Yok, eğer,
kıyâsa bile dayanmayan ictihâdınızla(!) muhâtabınızın fiilini puta tapma
fiiline dâhil ettiyseniz, lütfen bu hokkabazlığı, cıvıklığı, sululuğu
bırakın... Sirklerde ve karnavallarda gösteri yapmakla ilim mes’elelerinin
müzâkere ve münâkaşası ayrı ayrı şeylerdir...Üstelik, değil bâtıl kıyâsla,
doğru yapılan kıyâsla bile, mü’minim diyene kâfir demek için
sersem bir câhil olmak bile yetmez... Zîra, kıyâsla sâbit bir hüküm, âlimlerin
söz birliği ile zann bildirir. Zann ile de, akıllı ve biraz bilgili
mü'minlere göre bir mü'min asla tekfîr edilemez.Eğer, tamam, her vesîle ve
vâsıta şirk değil, kabûl ettim, ama ‘vesîle arayınız’ âyetindeki vesîle
şudur diyorsanız, âyet veya hadîsin ma’kûl ve kesin delâleti bulunmadan
tahsîs ve sınırlama yetkisini nereden aldınız? Yoksa kendinizi o âyeti
gönderenin ortağı olarak mı görüyorsunuz?!..Bir an tenezzül edip/seviyenize
inip Râbıtanın, farz vâcib ve mendûb vesîlelerden olmadığını, delîlleri
tam bir istikrânızla[63] tesbit
ettiğinizi kabûl edelim. Ya, mübâhlar?!... Râbıta’yı onlara da
mı, sığdıramadınız? Sübhânellâh!... Câhillerle ilmî münâkaşa ğâliba cehennem
azabı gibi bir şey… Bu câhilliğe bir de gerizekâlılığı eklerseniz vay
geldi başınıza; azâb içinde azâb… “
Dört: Râbıta’yı, vesîle olması yönüyle Zümer sûresinin üçüncü âyetine
ve Müslim hadîsi hükmüne sokamazsınız. Çünkü o âyetteki ve hadîsdeki vesîle,
vesîlelerden belli bir vesîle olan şirk vesîlesidir. Şu hâlde bu âyet
sizin, mü'minleri küfürle suçlamak gibi süflî karalamanızda delîliniz değil,
haşa oyuncağınızdır... Siz Allâh’a ve Resûlüne demediklerini yakıştırmakla
yalan iftira etmekten korkmayan zâlimlerin tâ kendilerisiniz. Allah’tan
korkunuz, insaflı olunuz...
Beş:
Bazıları dahî vardır ki, onların hükümlerini de siz verin. Maşallah, siz çok
kolay hüküm veriyorsunuz. Mesela... Birisi var, İslâmî bir gaye için, Allah’ı
razı etmek maksadıyla küfür otoritelerine uşak olmayı, onların akademik
kariyerlerini elde etmek için Lât’ın veya Menât’ın ilkelerine bağlı kalmaya
söz veriyor ve her türlü harâmı leblebi yer gibi işliyor ve de, biz bu işte
Allah rızâsı için varız, bu işimiz bir araçtır. Amaç Allah’a yaklaşmaktır diyor.
Bunun bu vâsıtasının, vesîlesinin hükmü nedir?.. Gerçi açıklık yoksa da, Kıyâs-ı
Fukahâ,yani âli ve erişilmez ictihâdınızla bunun, Zümer sûresinin üçüncü
âyetine girip girmediğini söyleyiniz.
-------------------------------------------
Üçüncü
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ:
Bir zavallı da bakınız ne diyor: “Hâlid-Bağdâdî’den, şu nakil yapılmıştır:
Zemahşerî, i’tizaline (haktan ayrılmışlığına) rağmen, Keşşâf isimli tefsîrinde
(levlâ...) âyetindeki Bürhân’ın, Ya’kûb aleyhisselâm’ın oğlu
Yûsuf aleyhisselâm’a temessül etmesi (rûhunun veya rûhâniyyetinin yani, rûhunun
aksinin/yansımasının kendinden uzaklarda kendi bedeni şekline girip
görünmesi) olduğu şeklinde de tefsîr edildiğini söyledi.
Siz, herhâlde Keşşâf Tefsîri’ni hiç
okumadınız. Yoksa bunu asla söyleyemezdiniz…Keşşâf’ta bu görüş sâhibleri için
aynen şu ifâdeler yer alıyor: Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların
tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve paygamberlerine iftirâ bunların dîni
olmuştur…”[64]
Cevâb:Mevlâna
Hâlid kuddise sirrûhû’nun ifâdelerinin aslı aşağıdadır:
وَقَدْ صَرَّحَ بِالتَّصَرُّفِ
وَاْلاِمْدَادِ الرُّحَانِيَيْنِ جَمَاهِرُ الْمُفَسِّرِّينَ فيِّ قَوْلِهِ
تَعَالىٰ ”لَوْلاَ
اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ“ وَمِنْهُمْ
صَاحِبُ الْكَشَّافِ مَعَ انْحِرَافِهِ عَنِ اْلاِعْتِدَالِ وَاتِّصَافِهِ
بِاْلاِنْكَارِ وَاْلاِعْتِزَالِ. وَلَفْظُهُ ”وَفُسِّر الْبُرْهَانُ“
“Müfessirlerden bir çoğu şâyet Rabbinin bürhânını
görmeyeydi… âyetinin tefsîrinde, rûhânî olan tasarruf ve imdâdı (yardıma
koşmayı) açıkça ifâde ettiler. Onlardan biri de i’tidâlden inhirâf
etmesi ve de, -inkâr ve i’tizâl sıfatlarını üzerinde bulundurması
ile berâber- Keşşâf Tefsîri sâhibi(Zemahşerî)dir. O’nun (Keşşaf’daki) ifâdesi
şudur: Bürhân, Yûsuf aleyhisselâm’ın ondan uzak ol şeklinde bir ses
duyduğu ama ona aldırmadığı, ikinci defa da o sesi işittiği ama îcâbını
yapmadığı, üçüncü kez duyunca ona sırt döndüğü ve (bu îkâzın) O’na tesîr
etmediği, nihâyet Ya’kûb aleyhisselâm’ın ona parmak uçlarını ısırarak temessül
ettiği (bir şekle bürünerek göründüğü)… şeklinde de tefsîr edilmiştir…”[65]
Demek,
“Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların tutundukları şeylerdir!.. Allah Teâlâ’ya
ve peygamberlerine iftirâ bunların dîni olmuştur!…” Öyle mi?!..Mevlâna Hâlid
kuddise sirruhû ve tâbi’lerine karşı sarfedilen böyle bir edebsizce söz, ancak
zır câhil ve mükemmel bir geri zekâlıdan duyulabilir, müctehidleri gerilerde
bırakabilecek ilim deryâsından(!) değil. Çünki,
Bir:Bu
rivâyet, Adullah İbn-i Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan Sahîh ve Hasen
yollarla da rivâyet edilmiştir. Nitekim bu,Râbıta’nın Sünnet delîllerinden on
dokuz numaralı rivâyette geçmişti. Öyleyse, Zemahşerî’nin, muhtemelen uydurma
olan isnâdlar için söylediği sözler veya sahası dışında sarfettiği hatâlı
ifâdeler Sahîh bir rivâyet husûsunda ilim sâhiblerini bağlamaz.
İki:Mevlânâ
Hâlid’in şu î’câz ve belâğatın neredeyse zirvesinde olan sözünü anlayacak akıl
idrâk ve ilim lâzım. Bu lâzım olan maddelerden biri bulunmazsa şu söz
anlaşılmaz. Ya hiç biri yoksa?... O zaman iş hepten berbat…
Üç:Mevlânâ
Hâlid, Zemahşerî, “Burhân”ın böyle de tefsîr edildiğini, söyledi,”
dedi. Bu husûstaki bâtıl ve aslı astarı olmayan her bir kıssayı kabûl ettiğini
söylemedi.
Dört:مَعَ انْحِرَافِهِ عَنِ اْلاِعْتِدَالِ وَاتِّصَافِهِ
بِاْلاِنْكَارِ وَاْلاِعْتِزَالِ. Yani,
i’tidâlden[66]
inhirâf[67]
ile (hakkı veya bu doğru tefsîri) inkâr ve (haktan veya
Eh-i Sünnetten) i’tizâl[68] sıfatlarını
üzerinde bulundurmasıyla beraber, demekle de O’nun böyle bir isâbetli
tefsîrden i’tizâl ettiğini/ayrıldığını ve bunu kabûl etmediğini dahî
ifâde etti.
Şucidden vecîz, i’câzkâr ve özlü ifâdesindeki inhirâf, inkâr
ve i’tizâl kelimelerini, ilimçerçevesinde üç şekilde anlaşılabilir
ve ma’nâlandırılabilir:
Birincisi: Kinâye[69]yoluyla;
Kinâyede, lâfzın, karşılığında îcâd edildiği ma’nâda ve
melzûm’unda (lâzım getirdiği ma’nâda) aynı anda kullanılması, bahis mevzû'u ise
de, her ikisi esas maksûd değildir (hedeflenmemiştir). Aksine birincisi
ikincisi için basamak ve hazırlıktır..[70]
Buna göre bu inhirâf,inkâr ve i’tizâl
kelimelerinden, kinâye olarak Mu’tezile’den olmanın Ehl-i
Sünnet’ten ayrılmayı lâzım getirdiği ma’nâsı kasd edilmiş olabileceği gibi,
-mâni’ bir karîne bulunmadığından- lüğatte konuldukları ma’nâları olan uzaklaşmak,
kabûl etmemek ve bir şeyden ayrılmak damurâd edilmiş
olabilir.
İkincisi:
Umûm-i Mecâz[71] yoluyla;
İnhirâf
(bir şeyden veya yerden kaymak, uzalklaşmak ve sapmak), inkâr (hakîkati
ortmek ve kabûllenmemek) İ’tizâl/bir şeyden ayrılmak lâfızları/sözleri,
haktan uzaklaşmak sapmak, onu örtmek ve kabûl etmemek, ondan ayrılıb
onu kabûl etmemek ve yanlışa saplanmak, ma’nâsında mecâz kabûl
edilirse, şu hak tefsîrden ayrılıp uzaklaşmak ve onu kabûl etmemek de,
Mu’tezile mezhebinden olmakla hak yol olan Ehl-i Sünnet’ten ayrılmak da bu
mecâzî ma’nâlar şumûlündeki (kapsamında) fedlerden olan hakîkî ma’nâ olur.
Ya’ni, Mevlâna Hâlid kuddise sirruhû efendimiz, Zemahşerî’nin, hem, şu doğru
tefsîri inkâr edib kabûl etmemekle,hem de Mu’tezile mezhebinden olmakla
haktan ayrıldığını aynı anda anlatmış oluyor. Böyle bir anlama ve ma'nâ
çıkarma tarzı hiçbir akıl ve ilim sâhibince ve mezhebçe i’tiraz
edilmeyecek bir husûstur.
Üçüncüsü:
Hakîkat ile Mecâz’ın cem’i[72] yoluyla:
İnhirâf,
inkâr ve İ’tizâl kelimeleri, ister, Hakîkat-i Lüğeviyye[73]
olarak kabûl edilip, Ehl-i Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i
inkâr etmek ve Mu’tezile’den olmak ma’nâlarında mecâz,
şu doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu inkâr ve ondan
ayrılmak ma’nâlarında ise hakîkat olsun,isterse, Hakîkat-ı Örfiye[74]
olarak, Ehl-i Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i inkâr
etmek ve Mu’tezile’den olmak ma’nâsında hakîkat olsun, şu
doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu inkâr ve ondan
ayrılmak ma’nâlarında ise mecâz olsun, her iki ma’nâyı da bir anda
aynı seviyede kasdetti.
Bu, Hanefîlerin ve Cumhûrun usûlü’ne uymasa da, bazı
sınırlamalarla beraber Şâfiî usûlü’ne uyar.[75]
Mevlânâ Hâlid de zâten Şâfi'î âlimlerindendir. Öyleyse bu husûsta ona i’tiraz
edilmez. Dolayısıyla, Mevlâna Hâlid ve ondan şu sözü aktaranlara saldıran
zavallılar kendi câhillikleri ve geri zekâlılıklarına yansınlar. Dağları
süsmeye kalkışmasınlar. Başlarına ve başlarındaki nesnelere yazık olur.
-------------------------------------------
Dördüncü
Şübhe ve
Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: “Râbıta
ya ibâdettir veya değildir. Değilse, ondan ecir beklemek en azından
boşuna olur. İbâdet ise, neden Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı
zamanında yok idi de sonradan îcâd edildi. Öyleyse, dînde olmayan bir ibâdeti
uydurmak, teşrî’ olmakla küfür veya haram olmaz mı”?
Cevâb:
Böyle bir süâl ya câhillikten veya anlayış kıtlığından yahud da hâinlikten
doğar. Zîrâ,
Bir:Râbıtanın
bizzât maksûd olan bir ibâdet olduğunu, yolunu bilen hiçbir sûfî iddiâ
etmemiştir. Câhil ve sapıkların söz veya fiilleri hakk üzere olanların hakk
olan davranışlarını ibtâl etseydi, yetmiş iki sapık fırkanın i’tikâdî
yanlışlıkları yetmiş üçüncü hakk fırkanın hakk üzere olan inanç ve amellerini
ibtâl ederdi. Akıl ve ilim sâhiblerince öyle olmadığına göre, bu husûsta da
yanlış yoldakilerin bâtıl iddiâları doğru yoldakilerin hakk da'vâlarını ibtâl
edemez. Hâsılı ilim üzere olan muhakkik sûfîlere göre Râbıta, ibâdete
vesîle olması yanıyla ibâdettir. Yukarıdaki hadîslerden ve âlimlerimizin
onlar istikâmetindeki îzâhlarından da anlaşıldığı gibi aslında ibâdet
olmayan mübâhlar iyi maksad ve niyetlerle ibâdet olur. Nitekim önceki
makâlemizde de geçtiği gibi İmâm Birgivî, Hamevî ve Akkirmânî öyle dediler.[76]Hâfız Aynî, şeyhi Hâfız Irâkî’den, maksadlara
göre bazı mübâhların güzel olacağını kabûllenerek nakletmiştir.[77]
İki:Şöyle
biriddiâ sâhibi ibâdetin ne demek olduğunu da bilmiyor demektir. Çünki,
Allah celle celâlühû’nün emri ve rızâsı istıkametinde yapılacak her iş tarlada
çalışmak, hanımıyla cinsî ilişkide bulunmak[78]
bile olsa geniş ma’nâda ibâdettir. İbâdetlerin namaz, ve oruç gibi bir kısmı
vardır ki, ma’nâsı ve muhtevâsı yanında zamânı ve şekli de ta’yin ve tesbît
edilmiştir. Çalışmak, bir kısım zikirler ve insanlara hüsn-i muâmele gibi
bazılarının şekli, zamanı ve teferruatı her yönüyle gösterilmemiştir. Bir kısım
ibâdetler de vardır ki, bunların zamanı, şekli ve sûreti kısmen belli edildiği
gibi kısmen de belli edilmemiştir düâ etmek, yalvarıp yakarmak gibi.
Zamânı, şekli ve sûreti kesin bildirilen ibâdetlerde eksiltme artırma ve
değiştirme biçiminde hiçbir tasarrufta bulunulamaz. Vakti, sayısı, şekli ve
teferruatı tamamen veya kısmen bildirilmeyen ibâdetlerde nassların umûmu ve
mübâhlar dâiresinde tasarruflarda bulunulabilir. Çalışma şekli ve vâsıtaları
gibi… Düşmana karşı, ok yerine diğer geliştirilmiş silahlarla harbetmek
gibi…
Allah’ın yemîn ettiği muharebe atları ile develer yerine tank,
tayyare ve daha da geliştirilecek diğer vâsıtalarla harbetmek gibi… Kaldı ki,
Râbıta’da tam ma’nâsıyla böyle bir tasarruf da yoktur.
Üç: Kadı İyâd’ın Şifâ’sında[79]
Abede bint-i Hâlid b. Me’dân(veya Safvân)dan yaptığı bir rivâyet var: Hâlid her
yatağa yatmağa gittiğinde Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ile Muhâcir ve
Ensâr’dan olan Ashâb’ına olan şiddetli sevgisi sebebiyle isimlerini zikreder/anar ve
şöyle derdi; ‘Onlar benim köküm ve dalımdırlar. Gönlüm başkalarına değil onlara
meyleder (çarpar). Şevkim onlara uzandı. Bu yüzden, ey Allahım!.. canımı acele
al.’ (Böyle diye diye) nihâyet uyurdu.
Burada anlatılan, Râbıta etmekten ve silsile
okumaktan başka bir şeyi göstermiyor.
-------------------------------------------
Beşinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ:
Sizin getirdiğiniz delîller bir zâtın sûretini göz önüne getirip hayal etmenin
-diyelim ki, size göre- meşrû'luğunun delîlidir. Biz bunu kabûl etmiyoruz ya,
farzedin ki kabûl ettik, ya onun rûhaniyetinden bir şey (düâ) istemek? O
nereden çıktı? Onun delîli nedir? Bu amel şirk değil midir?
Cevâb:
Bir münâsebetle önceki makâlemizde geçen bir takım ifâdelerimizi burada tekrâr
etmek istiyoruz:
Bu da bir şefâat yardımı talebi
ma’nâsında olan istiğâse demektir. Nitekim hadîs ulemâsının söz
birliğiyle sahîh olan Osman İbn-i Huneyf'in rivâyet ettiği a'mâ hadîsinde geçen
ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! seninle Rabbime yöneliyorum.
Allahım! O'nu, hâcetim husûsunda hakkımda şefâatçı yap nebevî sözu bunu
açıkça ortaya koymaktadır. Hâsılı gönülden O'ndan istenen şefâattir. Bu Osman
İbn-i Huneyf'in rivâyet ettiği a'mâ hadîsi aslında Râbıtanın en büyük ve açık
delîllerindendir. Bu Râbıtayı Osman İbn-i Huneyf'in ve Selef'in yaptıklarının
inkâr edilmez vesîkasıdır.
Büyük İmâm Müctehid Sübkî, Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde[80] İmâm Zâhidü’l-Kevserî de Mahku’t-Tekavvul
isimli uzun ve kıymetli makâlesinde[81] istiğâsenin
tevessül vâdisinde/mânasında bir şey olduğunu söylemektedirler. Buna
göre bu taleb, Allahım!.. şu sâlih kulun hatırına bana şunu ver,demek
olur. Veya, bir kimsenin şeyhin rûhâniyyetinden bir şey istemesi, hakîkatte
ondan kendisi için düâ etmesini istemekten başka bir şey değildir. Bunun
da bürhânı, onlarca tevessül delîli olan âyet, hadîs ve ulemâ sözüdür.
Ğâibde olandan sebeb yapılma yoluyla yardım istenebileceğinin
delîli çoktur. Birkaçını getireceğiz:
Bir:Mâlikü’d-Dâr
Hadîsi: Hz. Ömer’in radıyallâhu anh'ın halîfeliği zamanında insanlara kıtlık
isabet etti de bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve
dedi ki, Ya Resûlullah!.. sallallâhu aleyhi ve sellem! Ümmet'in için (Allah
celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar (neredeyse) helak oldular. Sonra,
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü'yâsında göründü ve Ömer’e git
selâm söyle, onlara yağmur yağdırılacağını de... buyurdu.
İbn-i Hacer, Rüyâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den
biri olan Bilâl İbn-i Hâris el- Müzenî’dir. Nitekim Seyf, El-Futûh'da
böyle rivâyet etti, dedi.
Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, ölümünden sonra
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem ile istiskâ etmekteki amelleri husûsunda
bir nassdır. İçlerinden hiç biri haber kendilerine ulaşmasına rağmen bunu inkâr
etmedi. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır... [82]
Burada ğâib ve kabirde olan bir zâttan yardım istemek vardır.
İki: Yemâme Günü Şiâr’ı/Sloganı. Yemâme gününde mü’minlerin, ya’ni Ashâb’ın şiâr’ı, “Yâ
Muhammedâhü!/Ey Muhammed Yetiş!...” idi. Hâlid İbnü Velîd düşmanını
mübârezeye/düellöya davet ederek bu şiarı kullanırdı.[83]
Burada mühim olan husûslardan biri de Ashâb arasında ve Selef’de
böyle bir tatbîkâtın var olduğunun İbn-i Kesîr gibi bir Muhaddis ve Müfessirce
kabûl edilebilmesi ve i’tirâzsız kitâbına konulmasıdır.
Üç:İmâm Ebû Bekr İbnü Mukri’ rahimehullâhu
teâlâ şöyle dedi: Ben, Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve
sellem’in Haremindeydik. Açlık bizde te’sir ettiği bir hâldeydik. O gün visâl
yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutuyorduk. Akşam vakti
olunca, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. Yâ Resûlellah sallâhu
aleyhi ve sellem! açız dedim ve döndüm. Bunun üzerine Ebû’l-Kâsim (Taberânî)
bana, otur, ya rızık gelecek veya ölüm, dedi. Ebû Bekr, ben ve Ebû’ş-Şeyh
uyuduk, Taberânî oturuyor ve bir şeye bakıyordu, dedi. Vakit geçmeden bir alevî
geldi ve kapıyı çaldı ve kapıyı ona açtık. Bir de ne görelim ki, onunla beraber
iki hizmetçi çocuk, her birinin elinde de, içinde bir çok şey bulunan birer
zenbîl var. Oturduk ve yedik. Kalanı da hizmetçi çocuğun alacağını zannettik.
Döndü gitti ve kalanları da bize bıraktı. Yemeği bitirince, Alevî, “ey
topluluk!.. Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e mi şikâyet ettiniz? Zîrâ ben
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâmda gördüm, size bir şey taşımamı
bana emretti,” dedi. [84]
Dört:
Utbî Kıssası:İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nü’mân el- Mezâlî
(683) şöyle diyor:Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali
radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah
sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi,
kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından
başına saçtı ve şöyle dedi: Dedin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen
Allahtan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine
zulmettikler vakit sana gelselerdi ve derhâl Allahtan af isteseler, onlar için
Resûl de af isteseydi elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak
bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen
maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses
geldi.[85]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nu’mân el-Mezâlî
el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed İbnü Nu’mân İbni Şibl
el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu
aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini
hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi
ve güzelce bir selâm verip hoş bir düâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam
hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle
celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin
ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler
vakit sana gelseler ve derhâl Allah’tan af isteselerdi, onlar için Resûl de af
isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı
buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine
şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve
şöyle dedi:
Ey düzlükte kemikleri gömülenlerin en hayırlısı!/ Ve güzel koktuğu
onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin./Sensin şefâati umulan
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem/Sıratta, kaydığında ayaklar./Canımdır fedâ,
senin sâkini olduğun kabre/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç
şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbni Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu
ilâveyi yaptı: Derken, uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i
rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle
celâlühû’nün O'nu bağışladığını müjdele.[86]
Merhûm Seyyîd Muhamme Alevî Mâlikî Şöyle diyor: Bu haberi,İmâm
Nevevi,[87] Ebû’l-Vefâ İbnü’l-Ukayl,[88] İbn-i Kesîr,[89]
Ebû Muhammed İbnu Kudâme,[90] Ebû’l-Ferec İbnü
Kudâme,[91] Mensûr İbnü Yûnus,[92]
İmâm Kurtubî[93] gibi büyük müfessirler ve
muhaddisler de nakletmiştir. Hattâ büyük fakîh koca muhaddis İmâm Nevevi,
Utbi’nin bedevîden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu
söylemiştir.[94] (Mâlikî’den nakil son buldu.)
Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbnü
Beşküvâl’in “el-Kurbe ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ
Muhammedin Seyyidi’l-Murselîn” isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu
söylemektedir.
Bu rivâyetler muhtemelen iki ayrı hâdiseden haber vermektedir.
Zîra Sem’ânî, Utbî nisbetinin, Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları
için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç beş
kişiyı tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tabiî olan görülmemektedir. Bu
yüzden, olabilir ki, biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Bununla
beraber, hâdiselerin aynı olma ihtimâli de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise
ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği
bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın
gördüğü bu hâdiseye Sem’ânînin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de şâhid
olmuştur.
Nevevî ve
diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları dahî bu
ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim Sem'ânî’nin bildiği ve söylediğiyle de
sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise bir ise bile,
rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.
----------------------------------------------
Mes’elenin -Bizce-
En Mühim Olan Noktası
----------------------------------------------
Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce kabûl görmesi ve Kur'ân’ın
açık âyetlerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel
bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Yani, ulemânın onu, senedi bile
aratmayacak telakkî bi'l-kabûlüdur. Hattâ, mustehab kabûl
edilmesidir. Kitablara intikâl edişinden beri, bin seneye yakındır, hiçbir
müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak
görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in
meşhûr dediği bu hikâyeye hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması…
Bâtıl olmadığında âdetâ sükûtî bir icmâın tahakkuk etmesi gibi yanlarıdır. Bu
rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur…
Bilenler bilir ki, ulemânın bir haberi telakkî bi’l-kabûlü[95]bir çok yerde isnâddan daha
değerlidir.[96]Hâsılı, Utbî’nin haber
verdiği bedevi’nin bu işi bir tevessül ve İstiğâse’den ibarettir.
Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur. Râbıta yapılacak şahsın kerâmet
ehli bir velî olduğuna inanıldıktan sonra bir mes’ele kalmaz, Ondan tevessül
yoluyla bir şey istenilebilir.
Ve siz ey câhil yobazlar!... Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan
ve hangi haya ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden
bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl
edebiliyorsunuz?!..
-------------------------------------------
Altıncı
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ:
Râbıta için “Sünnettir” diyenleri de duyduk; bu, Resûlüllah sallâhu
aleyhi ve sellem’e iftirâ etmek olmaz mı?
Cevâb: Bu
aslâ, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e yalan iftirâ olmaz. Çünki, Râbıta
delîlleri dikkatlice okunur, inâd da bir kenara bırakılırsa, görülecektir ki,
Râbıta, bir bakışa göre vâsıtalı, başka bir bakışla da vâsıtasız olarak
hakîkaten sünnettir. Bunun böyle olduğu inkâr götürmez bir hakîkattir.
Zîrâ,
Bir:Daha
önceki makâlelerimizden birinde de bir münâsetle yazdığımız gibi, Emrin ve
Nehyin/yasağın zıdlarının hükmü var mıdır, varsa nedir? süâli Usûl-i
Fıkıh’da değişik şekillerde cevâblanır. Kısaca şöyle denir: Bu husûsta
âlimlerce ihtilâf edilmiştir; sahîh olan, (emrin zıddını yapmak) emir ile
kasdedileni ortadan kaldırıyorsa harâm, yasaklananın zıddı yasağı ortadan
kaldırıyorsa, vâcibdir/farzdır. Kaldırmıyorsa, emrin zıddı mekrûh, yasağın
zıddı sünnet-i Müekkededir.[97] Bu kelâmın hâsılı,
bir şeyin vücûbu (farz ve vâcib oluşu) terkinin harâm olduğunu, bir şeyin harâm
oluşu da onu terk etmenin vâcib olduğunu gösterir. Bu, tartışma düşünülemeyecek
bir şeydir.[98]Bir görüşe göre bir şeyi emretmek
zıddını yasaklamayı, bir şeyi yasaklamak da zıddını emretmeyi gerektirir. Bize
göre de, bir şeyi emretmek zıddının mekrûh olmasını, bir şeyi yasaklamak da
zıddının vâcib bir sünnet olmasını gerektirir. Bu “bir şeyi emretmek
zıddının mekrûh olmasını gerektirir” şeklindeki temel kaidenin faydası vardır.
Çünki emrolunanın zıddında sâbit olan harâmlık emirle hedeflenmeyince ancak
emri ortadan kaldırması bakımından muteber olur. Yani emredilenin zıddıyla
oyalanılıp da emredilen yok edilirse yok edilmesi harâmdır. Ama emredilen şeyin
bu zıddı o emredileni ortadan kaldırmıyorsa, o zıddı işlemek mekrûh olur… İşte
yasaklama zıddının sünnet olmasını gerektirdiğinden dolayı, ihrâmlı kimse
dikili elbise giymekten yasaklanınca izâr ve ridâ giymek sünnet oldu dedik.
[99]
Şu usûl kaidelerinden kalkılarak denilebilir
ki, Allah celle celâlühû’nun zikri emredilmiştir. Bu zikir, (tasavvur
ma’nasındaki) Râbıta vâsıtasıyla da olur. Ancak, başka şekillerle de
olacağından Râbıta’yla olmaması zikri ortadan kaldırmaz. Bu yüzden (şu
ma’nâdaki) Râbıta’yı terk etmek mekrûhdur. Ama her ferdi terk edilse harâm
olurdu. Aynı şekilde, Allah celle celâlühû’nun unutulması ve kalbin
vesveselerle meşğûl olması yasaklanmıştır/harâmdır. Bunun zıddı Allah celle
celâlühû'nun zikredilmesi ve vesveselerin defedilmesidir ki, bu def'etmenin bir
yolu olan Râbıta, vâcib derecesinde sünnettir. Tek bu yol olsaydı
vâcib/farz olacaktı. Şu Usûl-i Fıkıh kâidelerini kabûl edenler için tasavvur
ma’nâsındaki Râbıtayı inkâr etmek imkânsızdır. Aksi halde ya kâide kavranmamış,
veya ortada Mükâbere/bile bile inkâr vardır.
İki:Maksadların
vesîlelerinin hükmü o maksadların hükmüdür. Yani varılmak istenen hedefe
varmanın hükmü farz ise, o hedefe götüren tek vâsıta farzdır, hedef sünnetse
vâsıtası da sünnettir…ilh.[100] Îmân etmek
farzdır. Onun vesîlesi olan kelime-i Şehâdet zikri de farzdır. Farz olmayan,
fakat tatavvu’ olan zikir ise sünnettir. Tatavvu’ olan zikrin vesîlesi de
tatavvu’dur. Öyleyse onun vesîlelerinden bir vesîle olan Râbıta da sünnettir.
Üç: Bütün
bunları, çeşitli delâlet mertebeleriyle Râbıta’ya delâlet eden bir nice delîli
hesaba katmadan söylüyoruz. Yoksa onun vesîle olacağı netîce i’tibâriyle de
sünnet oluşu, bütün bu dediklerimizden daha önce, bir çok nassdan
anlaşılmaktadır.
-------------------------------------------
Yedinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: Râbıta,Hindlilerin
Yogasından alınmadır. Zîrâ, aralarında çok büyük benzerlikler vardır…
Cevâb:
Budistler ve diğer bâtıl dinlerdeki duâ ve secde büyük ölçüde İslâmdakine
benziyor diye bunların da onlardan alınma olduğunu mu iddiâ edeceksiniz behey
ahmak câhiller?!... Namaz, Oruc, Ka’beyi Tavâf, Allah celle celâlühû rızâsı
için su dağıtmak, sünnet olmak, Nikâh olmak, -kısmî farklılıklar ve istisnâlar
bulunsa da- Yehûdîlerde, Hıristiyanlarda, hattâ müşriklerde dahî vardır, diye, bunlar
onlardan alınmadır mı diyeceksiniz behey dîvâneler?!... Bu nasıl bir
aptallık, bu nasıl bir sapıklık?!... Hattâ asrımızın müşrikleri
putlaştırdıklarının heykelleri etrafında tavâf ediyorlar diye Ka’beyi tavâf mı
etmeyelim. Allah’a, Meleklere, Kitâblara, Peyğamberlere Âhiret gününe îmân
etmek bir takım yanlışlıkları bulundursalar da yine Yehûdîlerde ve
Hıristiyanlarda dahî vardır, diye, İslâmiyyet bunları onlardan aldı mı
diyeceksiniz, behey serserîler?!...[101]
-------------------------------------------
Sekizinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: Allah celle celâlühû ile kul
arasına vâsıta koymak şirktir. Râbıta da araya bir vâsıta koymaktır.
Öyleyse Râbıta da bir şirktir.
Cevâb: Vesîle
ve vâsıtaların hepsinin şirk vesîlesi olmadığını değil âlimler,
orta akıllı çocuklar da bilir. Namaz İmâmları, İslâmî ma’nâda siyâsî imâmlar ve
idâreciler, üstâdlar, Ka’be, birilerine düâ edenler, düâ istenenler,
mü’minlerin cenâzelerini kılanlar, şefâat edecek olanlar ve hattâ mü’minlerin
kendi amelleri Allah celle celâlühû ile kullar arasına yine Allah celle
celâlühû ve Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem tarafından konulan
vesîlelerdir. Bunlara hangi dinsiz karşı çıkacaksa, varsın Râbıta
vesîlesine de karşı çıksın. Ne yapalım, cehenneme de odun lâzım…
-------------------------------------------
Dokuzuncu
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ:
Şeyh Devserî, “i'tirâzcılardan birinden bana şöyle bir soru geldi” diyor ve o
i'tirâzcının şu şübhesini aktarıyor:[102] Sizin mürîde
emrettiğiniz Râbıta’daki hüküm, onu emretmek karinesi ile (emir, alamet ve
emaresiyle) ya vâciblik yahut mendûbluktur. Bu ikisi de iki Şer’î iştir. O
yüzden, bunların delîllerinin olması lâzımdır. Delîller de, Kitâb, Sünnet,
İcmâ' ve Kıyâstır. Diğer delîller (İstıshab, İstihsan vs...), hep bunlara döner
(bunların altındadır). O hâlde Râbıtanın mendûbluğuna, yahut vâcibliğine dâir
delîl nedir?
Şeyh Devserî, ona aşağıdaki cevâbı veriyor:
Cevâb: Bu
soruya verilecek cevâb birçok yönlerdendir:
Bir: İbnu
Hacer’in Fetâvâ-i Suğra’da[103] tarîkatları
hakkında, O, şübhesiz ki, Sûfîlerin câhillerinin bulanıklıklarından sâlim
bir Tarîkattır, dediği Nakşibendîliğinbüyüklerinin emriyle, mürîdlere
emrettiğimiz Râbıta mendûbdur. Çünkü o, hatâratın/vesveselerin
savulmasını gerektiren ve ğafleti yok eden vesîlelerdendir. Vesîleler
maksadların hükmünü alır.[104] Şerîat’ın yasaklamadığı
şeyi yapmak, -bu şey mübâha götürüyorsa- ya mübâh olarak câizdir, yahud da -bir
mendûbu gerektiriyorsa- mendûb olarak câizdir. Şeraît’in yasaklamadığı bir şey,
eğer bir vâcibi hâsıl ediyorsa ve o vâcib kendisinden başkasıyla hâsıl
olmuyorsa, o şey vâcib olarak lâzımdır.... Biz tecrübe ile bildik ve anladık
ki, -ki biz, tevatür sayısından çoğuz- Râbıta’yı tasavvur ettiğimizde
(gönlümüzden Allah celle celâlühû’dan) başkaları(nın düşüncesi) tamamen yok
oluyor. Bir tek bu (râbıta ettiğimiz) başkası kalıyor. Sonra ona da sırt
çeviriyoruz. Bu şuna benzer; bir insan vardır, düşmanları vardır. Onlardan
birisine sevgi gösterir ve onu diğerlerine musallat eder. O, onları yok edip
kendini onlardan kurtarınca tek bir kişi kalır. O da bir kişiyi yok etmeye
kadir olur ve onu yok eder. Bu, insaflı kişinin iyi düşünmesi gerekli bir
(îzâh) şekl(i)dir. Zîrâ güzelliği açık olana uygundur. Zîrâ Râbıta,
başlı başına murâd edilen değil, başka bir şey için aranan bir şeydir.
İki: Onu emretme karinesiyle hükmü ya
vâciblik yahut mendûbluktur sözünüze gelince… Diyorum ki; Şâri’den
başkası bir emir verdiğinde (bu emrin) hükmünün ya vâciblik yahut mendûbluk
olacağını kabûl etmiyoruz.[105] Zîrâ, insan,
bazen bir başkasına ya kendi maksadlarından bir maksad, yahut o başkasının
maksadlarından her hangi bir maksadla mübâh bir işi emredebilir...
Üç: Bu
vâciblik ve mendûbluk iki Şer’î hükümdürler, delîllerinin olması lâzım
sözünüz (için de), Diyorum ki;Râbıta, bu Râbıta mendûb bir işe
götürür, mendûba götüren de mendûbdur. O hâlde delîl mevcuddur sözümüze
dayanır. Yoksa, sizin emredilen şeyin hükmü ya vâciblik ya da mendûbluktur
sözünüze değil. Çünki, anlatmıştık ki, Şâri’den başkasının emri vâciblik ve
mendûbluk hükmünden boştur ve her hangi bir maksadla olur.
Dört:Delîller
de, Kitâb’tır… sözünüze gelince… Diyorum ki;Kitâb delîli soruyorsunuz.
Ben de diyorum ki, Kitâb’dan hiçbir şey uzak olur mu? Hâlbuki O, yaş kuru ne
varsa hepsini topladı... (Her şey içinde var.) Allah celle celâlühû, Ey îmân
edenler!.. Allah’tan sakınınız ona (varmaya) vesîleyi arayınız[106] buyurdu.
Vesîle, sâlih amelle olur. Ameller de ancak ihlâsla sâlih olur.
Amel ise, ancak şaibelerden boş olduğunda hâlis olur. Biz, tecrübe ile öğrendik
ki, Râbıtayla meşgul olduğumuzda amellerimiz gaflet şaibelerinden arınmaktadır.
Gaflet içinde olan amel de mu’teber değildir. Zîrâ kula, namazın aklettiği
kısmı yazılır. O hâlde o (Râbıta) gafletin gitmesini gerektiren
vesîlelerdendir. Gafletin gitmesi aranan bir şeydir. (Meşrû' olmadığına dâir
Şer'î delîl bulunmayan ve) maksuda (aranan, varılmak istenen şeye) ulaştıracak
şey de maksuddur. Gafletin yok olmasını lâzım getirdiği şeylerden biri de
huzûrdur. (Mevlâ ile beraber olmakdır.) O da vesîlelerin en şereflilerindendir.
O hâlde, huzuru îcâb ettirecek olan gafletin yok olmasını gerektiren Râbıta vesîlelerin
en şereflilerindendir.[107]
Beş:
..Ve Sünnet sözünüz(e cevâb olarak)… Diyorum ki; Nebî sallallâhu
aleyhi ve sellem’ın sözünden ne uzaktır ki?... Sözlerinin her birinin altında
ma’nâ okyanuslarından, kendisiyle hayra ulaşılacak şeyler vardır. Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem, Ameller ancak niyetledir, herkes için de niyet
ettiği vardır buyurdu. Ameller bedenle ve kalble alâkalıdır. O hâlde mübâh
hareketler ve tasavvurlar ile insan taatı ve taat için kuvvetlenmeyi kasdetse
onun için murâdına ulaşamasa da niyet ettiği(nin sevabı) vardır. Ya murâd hâsıl
olsa ne olur? Şurası gizli değildir ki, mesela aç birisi yok birisine sen açsın
dese bu tokun aç olmasını gerektirmez. İtirazcının, Sizin görüşünüzün doğru
olduğu görüşünde değiliz sözü de bizim kanaatimizin doğru olmadığını
gerektirmez. O hâlde onun yapması gereken, Sizin iddiâ ettiğiniz haktır,
işinize bakın demektir. Nefsine nasîhat ettiyse bundan başkası ona câiz
değildir.
Altı:... ve
İcmâ' sözünüze cevâben... Derim ki,Tasavvuf fenninin ehli,
Râbıta üzerinde İcmâ' ettiler. İçlerinden büyük bir topluluk bunu takrir
eyledi. Bu, onlara göre meşhur bir yoldur. Mezheplerinde bir amel üzerinde
İcmâ' etmeleri, onların mezhebini benimseyenler için hüccettir... Başkalarının
ilimlerinin kuşatamadığı bir şeyle, onlara i'tirâz etmesi câiz olmaz. [108]
Yedi:
Kıyâs sözünüze cevâb olarak… Diyorum ki,Fakîhler dediler ki, namaz
kılanın gözünün, işaretini aşmaması sünnettir, zîrâ, düşünceyi toparlayan
(düşüncedeki) dağınıklığı en çok defeden budur. Râbıta da böyledir; Ağyarın
defi huzurun celbi için kullanılır.
Sekiz: Râbıtanın
mendûb oluşunun delîli nedir? sözünüze karşı olarak da… Diyorum ki;Delîl
müçtehidden istenir. Mukallidden sadece naklînin doğruluğunu isbât etmesi
istenir. O sebeble (Tasavvuf) fenn(inin) sâhiblerinin sözlerinden delîli
istediyseniz gelecek. Üstelik, (burada) Nakşibendilerden başkasının sözünü
getirmek de gerekmez. Nitekim bizden fıkıhtaki bir mes’ele için bir nass
(ibâre) istense Şâfiîlerden başkasının sözünü getirmek de lâzım gelmez.[109]
----------------------------------
Onuncu
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ: Bir de şu var. Şübhesiz ki,
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in şeyhi
idi. Çünkü Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim zikirleri ve diğerlerini ondan
aldılar. Oysa O’nun Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’e, insana ait sûretlerin
en mükemmeli olan sûretini tasavvur etmelerini emrettiği bize ulaşmadı. Eğer
onlara (bunu) emretmiş olaydı, elbet nakledilirdi. Bilhassa bu vâcib olduğunda.
Zîra vâcib, naklîni gerektiren sebeblerin çok olduğu şeylerdendir.
Cevâb:
Bize ulaşmadı sözünüz için dediyorum ki;bunun size ulaşmamasından,
sâbit olmaması, sizin onu bilmemenizden de başkalarının dahî bilmemesi
gerekmez. Belki de size ulaştı da siz onu bilemediniz, size uğradı da siz onu
tanımadınız. Sahâbî oluşun, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretinin,
O’nu mü’min olarak gören kişinin kalb aynasında basılıp nakşolması, yahut
mü’min şahsın sûretinin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in zihninde
nakşolmasından başka bir ma’nâsı mı var? Böyle olmasaydı Nebî sallallâhu aleyhi
ve sellem’in gördüğü kimse Sahâbî içinde sayılmazdı. Resûlüllah sallâhu aleyhi
ve sellem’in sûretinin nakşını gerektirecek görmeyi icap ettiren O’nunla
biatlaşmaya çağırmasından daha açık bir iş mi vardır? Sûret zihne nakşolup
kazınınca, o sûreti görene, her ne zaman görüneni hatırlasa hayalinde gözükür
(canlanır) istese de istemese de. Düşman bile olsa. O hâlde Resûlüllah sallâhu
aleyhi ve sellem’in sûretini zihninde hazır etmeyi ve hayal etmeyi -ki onun
sayesinde yahut ona olan iştiyaktan olayı tasavvur edileceğini söylememizle
murâdımız budur- ancak pis ahmak yasaklayabilir. Şu hâlde başka bir şeyi
gerektiren bir şeyi gerektireni emretmek o başka bir şeyi emretmektir.
Bilhassa vâcibse sözünüz için de diyorum ki;Râbıta’nın vâcib olduğunu söyleyen yok...
Sonra, kabûl edelim ki bu husûsta delîlimiz yok. Bizden önce de kimse bunu
yapmadı. Bunu, onda fayda gördüğümüzden dolayı sadece biz yaptık. Sevdiğinin
sûretini tasavvur eden, onun ellerini ayaklarını öptüğünü veya onu başının
üzerine koyduğunu veya onu kucakladığını veya onu kalbine sokmakta olduğunu
hayal eden hakkında Kitâbtan, Sünnet’ten, İcmâ'’dan veya Kıyâs’tan bir yasak
gelmiş midir? Yok… O hâlde?... [110]
-------------------------------------------
On Birinci
Şübhe ve Vesvese
-------------------------------------------
İddiâ:
(Kimi câhil zavallılar da şöyle diyorlar:) Ben râbıtamı kula değil de Allah’a
yapıyorum…
Cevâb: Bu
sözde bir takım iç içe girmiş câhillik, yalan ve yanlışlar vardır: Sözü edilen Allah
celle celâlühû’ya yapılan râbıta, ya Sûfîlerin ta’rîf ettikleri hayâlen
göz önüne getirmek ve zihinde canlandırmak ma’nâsındadır veya başka bir
ma’nâdadır.
Bir:Eğer
başka ma’nâda ise, akıllılarca şu sözle tarîkat sâhiblerine i’tirâz
edilmez; edlirse gevezelik yapılmış olur. Zîrâ, ayrı şeylerden bahsediliyor.
Istılâhlarda tartışma olmaz. Öyleyse, ortada hem câhillik, hem de onun üzerine
kurulan yanlışlıklar var.
İki:
Tasavvuf yolunun yolcularının anladığı ma’nâda yani tasavvur ma’nâsında ise,
bu Allah celle celâlühû için düşünülemez. Çünki, “Allah celle celâlühû’nün
nimetlerinde düşünün, Allah celle celâlühû’nün zâtında düşünmeyiniz”[111] buyrulmaktadır.
Üç:
Aksi takdîrde, şu sözün sâhibi ya doğru söylüyor veya doğru söylemiyor. Doğru
söylüyorsa, O, Allah celle celâlühû’yü cisim olarak kabûl ediyor, demektir.
Çünki cisim olmayan şeyler tasavvur edilemez. Buna rağmen tasavvur ediyorsa, o
takdîrde bu inanca ya âyetlerin ve hadîslerin zâhirinden hareketle, yani bir
nev-i şübheyle veya sırf aklıyla saplanmıştır. Her iki takdîrde de önümüzde bir
câhillik vardır. Birinci Takdîrde, yani nasslardan kalkarak Allah celle
celâlühû’yü cisim olarak biliyorsa, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre
kâfir olmuştur. İkinci Takdîrde de, yani nasslardan kalkarak
değil de aklıyla Mevlâ Teâlâ’nın cisim olduğuna inanıyorsa, Ehl-i Sünnet
âlimlerinin hepsine göre kâfir olur. Doğru söylemiyorsa,
önümüzde iki ihtimâl var; ya yanlış söylüyor veya yalan söylüyor. Birinci
ihtimâl: Yanlış söylüyor ise, kötü. Yazık, ahmağın tekidir. Ne
dediğinin farkında değildir. Ortada affedilmez bir yanlış var. İkinci
İhtimâl: Yalan söylüyor ise, daha da kötü. Sahtekârın biri… Önünüzde
çirkin bir yalan duruyor…
Hâsılı,
Allah celle celâlühû’ya, Sûfilerin söylediği ma’nâda Râbıta yapılamaz.
Çünki, O cisim değildir. O’na çeşitli şekillerde murâkabe yapılır. Râbıta işte
bu murâkabenin hazırlayıcısı olup netîcede ona götürür. Ancak bu da O'nu
tasavvur etmek değil, isimlerinden fiillerinden, sıfatlarından ve yine perde
arkasından olarak zâtından gelecek feyzi, rahmeti ve nûrları dikkatle
gözetlemektir. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle
buyurdular: “Ey çocuk! Allah celle celâlühû’yu muhâfaza et ki, O da seni
muhâfaza etsin. Allah celle celâlühû’yu muhâfaza et ki, O’nu önünde bulasın.”[112] Allâme Fakîh Muhaddis Zafer Ahmed el-‘Usmânî
et-Tânevî bu hadîsi açıklama sadedinde şöyle diyor: Bu hadîs Allah celle
celâlühû’nun yüceliğini murâkabe etmelerinde ve kalbleriyle Allah celle
celâlühû’yu korumalarında (gönüllerinde saklamalarında), Kavm'i (Tasavvuf ve
Tarîkat yolcularını) te’yîd etmektedir.[113]
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yine şöyle buyurmaktadır: İhsân, Allah
celle celâlühû’ya, O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.[114]
İşte bütün bu Râbıta ve Murâkabe’ler, mü’mini netîcede ihsân
mertebesine yani Allah celle celâlühû’ya, -O’nu görüyormuşçasına- ibâdet etme
mertebesine ulaştıracak amellerdir…
-------------------------------------------
Netîce
-------------------------------------------
İlâhî vahye rakîblik iddiâsını, -önünde
teşekkül ve tekâmül eden/oluşan ve gelişen şartlara göre- bazen gizliden
gizliye içinde saklayan, bazen de açıkça i’lân edip haykıran ve hakîkatte akılsızlığın
tâ kendisi olan bir akılcılık var. Bu akılcılık, sonraları, bazi
zayıf akıllılarca sanki akılsızlığ’a bir alternatif gibi doğmuş
zannedilmiştir. Oysa hakîkatte o, insanlık târihi kadar eski bir
putperestliktir. O, zaman zaman değişik makyajlamalarla farklı ve câzibeli hâle
getirilmiş gibi gösterilse de, mâhiyyet olarak hep aynı kalmıştır. Bazen,
şahsiyetsizce vaz'iyet takınan bir münâfıklık olmuş. Kimi zaman harbi
hâlis bir kâfir tavrıyla arz-ı endâm eden kâfirlik sergilemiştir. Bazi
kere de mozayık ve rengârenk bir tablo çizen baba bir şirk ve müşriklik
vasfıyla tezâhür etmiştir. Lâkin çoğu zaman, kendi vasfını ve yaftasını, nifâk,
küfür ve şirk’e garb ile şark arası kadar uzak olan başkalarının
boynuna asmaya pek heveskâr davranmıştır. Bunlardan nâ mütenâhî haz duyanın yavuz
hırsızlığı ile karşı karşıya olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak zorundayız.…
İstisnâsız hep aklı kıt olanlara bulaşan şu uyuz mikrobu, bilhassa asrımız
Müslümanlarının başının belâsı olmuştur… Öyle ya, akılları noksân olmasaydı,
ona kaldıramayacakları yükü yükler miydiler? Şu makalelerde serdettiğimiz
bürhanlardan sonra açıkça görülmektedir ki, Râbıta’yı yapan ve
yapılmasını isteyen büyüklerimiz bunu kat’iyyetle Şer’î delîllere dayanarak
yaptılar. Bunu inkâr etmek, aslında hayırlı Selefimizin geniş câddesini, yani
mü’minlerin dosdoğru yolunu terk etmek, geçmiş âlimlerimizi İslâm dışına
çıkmakla suçlamak, eserlerine i’tımâdı yok etmek, mü’minlerden başkalarının
yolundan gitmek, cüce aklını putlaştırmak, dolayısıyla da hakkdan ve hakîkatten
inhirâf etmek demektir. Artık, Râbıta aleyhinde konuşanlar ve konuşacak
olanlar, ya câhil, ya geri zekâlı, ya edebsiz ve terbiyesiz, ya ilmiyle
sapıtmış hidâyet mahrûmu, veyahud da kasıdlı hâin kimselerdir. Çünki, Haktan
öte sapıklıktan başka ne vardır ki?..
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما
ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ
الْعَالَمٖين
Hüseyin
AVNİ
[1] [Sühreverdî,
Avârifu’l-Meârif, mürîd-şeyh âdâbı bahsi] Nûru’l-Hidâye: 55
[2] İbnü’l-İmâd,
Şezerâtü’z-Zeheb: 6/231-236
[3] [İbn-i Kayyim, Kasîdeti’n-Nûniyye], Sübkî,
es-Seyfu’s-Sakîl (Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim Hâşiyesi ile): 100
[4] Anlamadan O’nu
bâtılına âlet etmesi işin başka bir ciheti...
[5] İsnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyye: 1/342
[6] [Ğazâlî, Ihyâ-i
Ulûmiddîn]: 1/175, Nûru’l-Hidâye: 54
[7] [İbn-i Hacer,
Şerhu’l-İbâb], Nûru’l-Hidâye: 54.
[8]
Nûru’l-Hidâye: 54
[9]
Nûru’l-Hidâye: 48
[10]
Nûru’l-Hidâye: 48
[11]
[El-Risâletü’l-Aliyye’den] Nûru’l-Hidâye: 4
[12]
[El-feyzü’l-Vârid], Nûru’l-Hidâye: 48
[13]
[El-Kavlü’l-Cemil], Nûru’l-Hidâye: 49
[14] Onu
görmüş değil. Bu başka bir kalbî haldir.
[15]
[Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42
[16] [Kannûcî,
el-Hıtta:7],Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Mukaddime: 1/41
[17]
[Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42
[18] [Tâciyye
Risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 40
[19] Aynı yer.
[20]
Tarbu’l-Emâsil Bi Terâcimi’l-Efâdıl, (El-Fevâidü’l-Behiyye zeylinde): 510-511
[21] Nûru’l-Hidaye:
41
[22] [Süyûtî, El-Müncelî
(el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta:
[23] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)],
Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[24] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)],
Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[25] [El-Müncelî (el-Hâvî
içinde, C, 1: 340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[26] [El-Müncelî(el-Hâvî
içinde, C, 1:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta.
[27] [Şerhu’l-Meşârık, Tenvîru’l-Halek, (el- Hâvî içinde; Cil:
2: 442)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta: 221-232
Esâsen Nûru’l-Hidâye ve’l-İrfân’da geçenler çok azı
müstesnâ hepsi Risâlet’r-Râbıta’da da zikredilmiştir.
[28] [Nefehâtü’l-Kurb], M.
Hâlid, Nûru’l-Hidâye:53
[29] [Mevlânâ Hâlid]
Nûru’l-Hidâye: 55, Şerh-i Metâli'’: 5
[30] Nûru’l-Hidâye: 55
[31] Bezlü’l-Mechûd:
17/115
[32] [İbn-i Kayyim, Er-Rûh], Mevlânâ Hâlid, Risâletü’r-Râbıta
(Reşâhât Kenarı): 229
[33] [Fevâidu’z-Zâbıta],
Nûrül-Hidâye: 4
[34] Sâhibzâde zamanında
Şâm Müftîsi idi.
[35] İbn-i Abidîn’in oğlu,
Reddü’l-Muhtâr Tekmilesi’nin müellifi.
[36] Ezher ulemâsından bir
zât.
[37] Meşhur büyük velî
Ahmed er-Rufâî kuddise sirruhû değil.
[38] Nûru’l-Hidâye: 3
[39] [Tercümânü’l-Vehhâbiyye: 7], Nûrullah el-A’zamî, M. Ebû
Bekr el-Ğâzî Fûrî’nin Vakfe Mea’l-Lâ Mezhebiyye isimli eserinin
mukaddimesi:13
[40] Sayfa 3, 10. satır.
[41] Bakara:34
[42] A’râf: 11
ve diğerleri
[43] Yûsuf
aleyhisselâm sûresi: 100
[44] Hucürât:
1-2
[45] Nûr: 63
[46] [Müslim:
Îmân/112,], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[47] [Tirmizî,
Menâkıb, 5/275, Hâkim], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[48] [Tirmizî,
Şemail, Hind b. Ebî Hâle], Aliyyu'l-Kârî, Şerh-i Şifâ: 2/67
[49] [Buhârî,
Şurût, 3/171], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[50] [Taberânî, İbn-i Hıbbân, Sahîh’inde et-Terğîb
ve’t-Terhîb: 4/187.Münzirî, bunu Taberânî, Sahîh’te kendileriyle hüccet
getirilen râvîlerle rivâyet
etti, dedi.], Mefâhîm:93
[51] [Tirmizî,
Menâkıb: 5/308-309], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ:189
[52] [Müslim, Enes radıyallâhu anh’dan, Fezâil: 4/1812],
Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[53] [Ebû Ya’la, Berâ’dan rivâyet etti ve bu rivâyetin
sahîh olduğunu söyledi.], Mâlikî, Mefahim; 91-94, Şerh-i Şifa 2/66-70
[54] [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (Edeb), Ebû Dâvud… Hâfız
İbn-i Abdi’l-Berr bu rivâyetin hasen olduğunu söyledi. Hâfız da (İbn-i
Hacer de)
bunun ceyyid (güzel bir rivâyet olduğunu
söyledi. Bunu, Ebû Ya’lâ, Taberânî ve Beyhekî de ceyyid bir isnâd ile
rivâyet etmiştir. Nitekim,
Zürkânî Şerh-i Mevâhib’de böyle demiştir.],
İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl:10
[55] [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (el-Edebu'l-Müfred), Ebû
Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâce ve diğerleri. Tirmizî, hadîs hasendir, dedi.
Bunu, Saîd b.
Mensûr, İbn-i Sa’d, İbn- Ebî Şeybe…. rivâyet
ettiler.], Abdullah Muhammed es-Sıddîk el-Ğumârî, İ’lâmu’n-Nebîl bi
cevâzi’t-Takbîl: 9-10
[56] [İbn-i Cerîr ve
ibn-i Ebî Hâtim, Süddî’den.], İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl: 9
[57] Hatib-i Bağdadi el-Cami
2/181-193
[58] İbnü
Abdi'l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî: 455-459
[59] Müslim (H:1185), Hacc:22 (1/843)
[60] Şûrâ: 52
[61] Zümer: 3
[62] Hükmün bağlandığı illet/temel sebeb. Kıyâs olunanın
hükmünün benzerinin Kıyâs edilende de var olduğuna hükmetmemizi îcab
ettirecek,
ortak illet, hüküm için en mühim var olma sebebi,
husûsiyet.
[63] Köşede bucakta
hiç bir şey bırakmayacak şekilde iyice arayıp taramanızla
[64] Abdülaziz
Bayındır, Kur’ân Işığında Tarîkatçılığa Bakış:
113-114
[65] Risâletü’r-Râbita,
Reşâhât Kenarı: 223-224
[66] Mu’tedil olmaktan,
hak üzere bulunmaktan
[67] Ayrılıp
uzaklaşmak
[68] Ayrılmak
[69] Kendisiyle, ma'nâsının lâzımı kasdedilen, bununla
beraber de asıl ma'nâsı kasdedilmiş olması câiz olan bir lafızdır. Kılıcının
ipi uzun adam demekle, boyu uzun adam demek istemek gibi. Kılıcının
ipinin uzun olması, boyunun uzun olmasını lâzım getiriyor, o
kasdediliyor. Bununla beraber, ipinin uzunluğu da kasdedilmiş olabilir.
(Muhtasaru’l-Meânî:376) Her hangi bir maksadla, ister lafız olsun, ister
ma’nâ olsun, bir şeyi, onu açıkça göstermeyen bir lafızla anlatmak demektir. Falancı,
külü bol biridir diyerek misâfiri çoktur demek istemek gibi. (Seyyid
Şerîf, Ta’rîfât, kinâye maddesi)
[70] Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût,
(Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle): 1/216
[71]Umûm-i Mecâz, Lafzın mecâzî bir
ma’nâda kullanılıp da o lafzın ferdlerinden birinin hakîkat olması. Falancanın
evine ayak basmamak sözünden hem ayakkabıyla basmamak mecâz
ma'nâsını, hem de çiplak ayakla basmak hakîkat ma’nâsını beraber
kasdetmiş olmak gibi. Yine başkasının evi ile hem mülki olan evini
kasdetmek hem de kiralamış olduğu evini beraber kasdetmek gibi.
[72] Hakîkat ve mecâz ma’nânın aynı anda, bir lafızla aynı
seviyede murad edilmiş ve anlatılmış olması.
[73] Bir lafzın, lügatta îcâd edildiği ma'nâda kullanılması.
Dildeki Salâtın dindeki belli bir ibâdet olan namaz ma'nâsına
değil de düa ma'nâsında kullanılması gibi.
[74] Bir lafzın, Şerîat'ta veya herhangi bir fende
ıstılâh/terim olarak kullanılıp kısmen veyâ tamâmen lügattaki ma'nâsında artık
kullanılmaması. Salât kelimesinin, din kitablarında lügatta ki/dildeki
asıl ma'nâsı olan düa ma'nâsında değil de belli bir ibâdet demek olan namaz
ma'nâsında kullanılması gibi.
[75] “”Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût,
(Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle): 1/216
[76] Geride geçti: Sh:92
[77] Geride Umde(9/241)den
geçti: Aynı yer.
[78] Müslim, zekât: 52, Ebû Dâvud, Tetavvu’.12, Edeb:160,
Ahmed İbn-i Hanbel: 5/167,168
[79] Aliyyü’l-Kârî,
Şerh-i Şifâ: 2/38-39
[80] İmâm Sübkî,
Şifâu’s-Sikâm: 146-149
[81] İmâm Kevserî,
Mahku’t-Tekavvül (Makâlât’ı
içinde): 395
[82][Beyhekî, Beyhekî tarikiyle es-Sübkî, Buhârî,
Târihinde Ebû Sâlih Zekvân’dan kısaltılmış olarak, İbnü Ebî Hayseme, bu
vecihden uzun olarak. Bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir. İbnü Ebî Şeybe,
el Musannef (6/356-357, H: 32002). İbn-i Hacer, el-Feth’de (2/338) bu rivâyetin
isnâdının sahîh olduğunu söyledi.], Kevserî(nin, Mahku’t-Tekavvul başlıklı
makâlesinden kısaltarak), Makâlât: 388-389
[83] [İbn-i Kesîr,
el-Bidâye, 6: 324], Mâlikî,
Mefâhîm: 152
[84] Mısbâhu’z-Zalâm Muhakkıkı, bu rivâyeti İmâm Zehebînin,
Siyeru A’lâmi’n-Nü belâda (16/400), Tâcüddîn es- Sübkînin de,
Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâda (2/251) zikrettiğini söylemiştir.
(Mısbâhu’z-Zalâm: 61)
[85] Mısbâhu’z-Zalâm:21
[Bu rivâyeti, benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da
rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da :3/495,(4187), İmâm İbn- Kesîr,
Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî, Tefsîrinde:
1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz İbn-i Cemâa,
Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de:
2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî,
Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn İbnü Asâkir, İthâfu’z-Zâir: 68-69,
İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne: 224, İmâm İbn-i Hacer el-Heytemî,
Tühfetü’z-Züvvâr: 55], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi: Aynı
sahîfe.
[86] Mısbâhu’z-Zalâm:
22-23
[87] [El-Îzâh: 498,
el-Mecmû’: 8/ 276], Mefâhîm: 157
[88] [El-Muğnî:3/556],
Mefâhîm: 157
[89] [Tefsîr-u Kuran-ıl-Azım, Şâyet onlar kendilerine
zülmettiklerinde…. âyeti tefsîrinde], Mefâhîm: Aynı yer
[90] [El-Muğni, 3: 556],
Mefâhîm: Aynı yer
[91] [Şerh-i Kebîr, 3:
495], Mefâhîm: Aynı yer
[92] [Keşşaf-ul-Kınâ’, 5:
30], Mefâhîm: Aynı yer
[93] [Benzerini Hz.
Ali’den (El-Câmi, 5: 265)], Mefâhîm: Aynı yer
[94] [El-Mecmû', 8: 274],
Mefâhîm: Aynı yer
[95] Bir rivâyeti
âlimlerin çoğunun kabûl edip alması.
[96] Zafer Ahmed
el-‘Usmânî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs (İ’lâ Mukaddimesi): 39
[97] Mahbûbî, Tenkîh (Tevzîh ve Telvîh ile): 1/422
[98] Teftâzânî, et-Telvîh: 2/423
[99] Nesefî, el-Menâr (Şerh-i İbn-i Melek ile): 192-193,
Hüssâmî, El-Müntehab: 54, El-Matba’u’l-Müctebâî-Delhi.
[100] Kavâid-i Külliyye ve
Ekseriyye, Menâfiu’d-Dekâik Şerhu Mecâmii’l-Hakâik: 327
[101]Beşikteyken
şeyh olup hâla beşikten kalkamayan ve hâliyle hakîki şeyhlik ile beşik
şeyhliğini karıştırdığı için hakîkî şeyhliği inkâr eden bir zavallı bakınız öz
olarak ne diyor: Nakşîlikte, Hatm-i Hâcegân’da (belli sayıyı korumak
maksadıyla) taşlar kullanılmaktadır. Hasan Sabbâh’ın, devleti yıkmak için
örgütlediği eşkıyâ çetesi de, devlet güçlerinin baskını ânında halka olup
taşlarla zikir yapıyor gibi oluyorlardı. Öyleyse Hatm-i Hâcegân Hasan
Sabbah ve eşkıyâ çetesinden alınmadır. (Son)
Şuradaki kimin rızâsı içün(!) yapıldığı
besbelli olan muzzam ispiyon ve jürnâlcılığı görebilmek için zeki olmaya
ihtiyâç yoktur; biraz akıllı olmak yeterlidir. Böyle bir geri zekâlıya sekiz
yaşındaki bir çocuk bile şu suâlleri sorabilir:
Bir: Şu husûsta târihî, değil herhangi
bir delîl, basit ve zayıf bir ipucu ve karîne var mıdır, varsa nedir? Biz
diyoruz ki, yoktur; çünki böyle bir delîle çok muhtâc olmasına rağmen bunu
kendisi de getirememiştir. Öyleyse delîlden doğmayan mücerred bir imkân ve
ihtimâl akıllılarca mu’teber olamayacağından, şu iddia bir deli saçması veya
sarhoş hezeyânından başka bir şey değildir. Eğer şunlara göre mücerred imkân ve
ihtimâl delîl olmak için yeterli olabiliyor ise, kendileri, muhtemelen
İslâm düşmanlarından biridir veya onların bir ajânıdır, Yâhud, livata mübtelâsı
it uğursuz takımındandır. Çünki bunlar da birer imkân ve ihtimâldir. Ama biz
böyle demiyoruz. Çünki biz hislerini, ihtimallerini ve aklını İslâmî delîllere
kurbân etme anlayışında olan mü’minleriz. Kaldı ki, şu usûlün Hasan Sabbah'dan
değil de Selef'ten alınma olduğu hadîs kitablarına âşina olanlarca bilinen bir
şeydir. Nitekim İmâm Dârimî, Sünen’inde yaptığı bir rivâyette, Ebû
Mûsâ’l-Eş'arî, Mescidde ellerinde küçük taşlar bulunan insanlardan meydana
gelen bir zikir halkası görmüştü. (Birisi), yüz defâ tekbîr getirin,
diyor, yüz defa tekbir getiriyorlardı. Sonra yüz defa lâ ilâhe illellâh
deyin diyor, onlar da yüz defâ lâ ilâhe illellâh, diyorlardı. Yüz kerre
sübhânellah deyin diyor, onlar da yüz defa sübhânellâh diyorlardı. Ebû
Mûsâ el- Eş'arî bunu hayırlı bir iş, İbn-i Mes'ûd da bid'at
olarak gördüklerini söylüyorlardı. (Sünen:1/79, H:204'den kısaltarak ve öz
olarak)
Yine Sahâbe radiyellâhu anhum’dan bir çokları Kurân'ı
toplayıp Mushaflaştırmayı da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem
tarafından yapılmadığını ileri sürerek bid'at kabûl ediyorlardı.
Nitekim İmâm Buhârî rahimehullah, Sahîh’inde, Zeyd b. Sâbit radiyellâhu
anhu’dan şöyle rivâyet etti: (Müseylemetü’l-Kezzâb’ın öldürüldüğü Benî Hanîfe
kabîlesiyle harb edildiği, Yemende bir ter olan) Yemâme ahâlisiyle muhârebe
edildiği senede Ebû Bekr bana haber gönderdi (ve beni yanına çağırdı.) Gittiğim
zaman bir de ne göreyim! Ömer b. Hattâb radiyellâhu anhu O’nun yanında duruyor.
Ebû Bekr şöyle dedi: Ömer bana geldi ve
dedi ki, Yemâme gününde Kur’ân okuyucular(hâfızlar)da ölüm şiddetli ve çok
oldu. Ve ben gerçekten değişik yerlerde Kur’ân okuyanların öldürülmelerinin
çoğalmasından ve böylece Ku’ân’dan büyük bir kısmın zâyi’ olmasından endîşe
ediyor ve korkuyorum; Kur’ân’ın toplanmasını emretmeni (münâsib ve lüzûmlu)
görüyorum. Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını
nasıl yapacaksın? dedim. Ömer, bu -vallâhi- hayırdır, dedi. Ömer
bana sürekli mürâcaat etti ve nihâyet Allah celle celâlühû bu hususta gönlümü
genişletti; ve ben de bu husûsta Ömer’in kanâatine sâhib oldum.
Zeyd, Ebû Bekr bana, sen ithâm
etmeyeceğimiz akıllı bir delikanlısın; Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve
sellem’e vahiy yazıyordun. Kur’ânı araştırıp topla, dedi …. (Zeyd), Resûlüllâh
sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını nasıl yapacaksınız? dedim, dedi…
(Ebû Bekir) o -vallâhi- hayırdır dedi ve devâmlı bana mürâccat etti.
Nihâyet Allah celle celâlühû kalbimi Ebû Bekr ve Ömerin kalbini genişlettiğine
(Kur’ânı toplamanın hayırlı bir iş olduğuna) genişletti…. (Buhârî, Sahîh,
Kur’ân’ın toplanması bâbı, 2/745, Pakistân baskısı)
Görüldüğü gibi, sonunda Kur’ân toplandı ve bu
toplama işi bid'at olarak görülmedi. İyi de yapıldı.
Taşlarla toplu zikretmeyi bir Sahâbî güzel
ve hayır diğeri de bid'at ve şer görmüştür.
İki: Kimi âlimlerden Sahâbî kavlini
hüccet görmediği rivâyet edilse de İslâm âlimlerinin Cumhûru onu delîl görüp
bağlayıcı kabûl ederler. Hanefîler de onlardandır. Hatta bazı rivâyetlerde,
bunu, İslâm âlimlerinin sadece Cumhûru değil, hepsi kabûl eder. Yalnız, bir
Sahâbî kavline ters başka bir Sahâbî kavli varsa, tercîhe gidilir; birisi
alınır. (Geniş bilgi için Menâr ve şerhlerine ((meselâ, Fethu'l-Ğeffâr'a:
347-348 ve İ'lâ mukaddimesi Kavâid Fî Ulûmi'l-Hadîs [85-86-87]'e)) bakılsın.)
Üç: Sûfiyye de burada Sahâbe'den bir
çoklarının fiilini ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin
takrîrlerini esâs alarak, başka birisinin sözünü almamıştır. Başka bir çok
delîlden istifâdeyle Abdullah İbn-i Mes'ûd'un değil de, Ebû Musâ radıyallâhu
anhu’nun kanâatini seçmişlerdir. Evet, Abdullah İbn-i Mes'ûd'un Sünnet'i
muhâfazadaki hassâsiyeti her türlü takdîrin üstündeydi; lâkin öte yanda
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in takrîrleri ve Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ
aleyhim'den taşlarla tesbîh edenler de vardı. Nitekim bu taşlarla zikir
husûsunda İmâm Celâleddîn es-Süyûtî müstakil bir risâle de yazmıştı. Ondan
istifâdeyle aşağıya birkaç rivâyetleri alıyoruz:
Birinci Rivâyet: Timizî, Hâkim ve
Taberânî Safiyye radıyallâhu anhâ'dan rivâyet ettiler:
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma
girdi; önümde tesbîh etmekte olduğum dört bin hurma çekirdeği vardı. Nedir
bunlar ey Huyey'in kızı? dedi. Onlarla tesbîh ediyorum, dedim. Başında
dikildiğimden beri bunlardan daha çok tesbîh ettim buyurdu. (Onu) bana
(da) öğret, ey Allah celle celâlühû'nun Resûlü dedim. Sübhâne adede
mâ min şey'in/Allahı, yarattığı şeyler adedince tesbîh ederim, buyurdu. Bu
hadîs de sahîhdir. (Süyûtî).
Burada taşlarla tesbîh yasaklanmadığına göre,
onlarla tesbîh edilebileceğine dâir bir Takrîrî Sünnet vardır.
İkinci Rivâyet: Ebû Dâvûd, Tirmizî,
Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-i Hibbân ve Hâkim Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs radıyallâhu
anhu'dan rivâyet etmişler, bu rivâyetin Tirmizî Hasen, Hâkim de Sahîh olduğunu
söylemişlerdir: Sa'd ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir kadının yanına
girmişler, kadının önünde de hurma çekirdekleri veya küçük taşlar vardı; tesbîh
ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, bundan dahâ
kolay veya (râvînin tereddüdü) daha efdal olanı sana haber vereyim mi?
buyurdu….
Burada da inkâr bulunmayıp takrîr vardır.
Üçüncü Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel,
ez-Zühd'de Yûnus İbn-i Ubeyd'in anasından şöyle dediğini rivâyet etti: Ebû
Safiyye'yi -ki O Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem'in Ashâbındandı ve
komşumuz idi- küçük taşlarla tesbîh eder(ken gördüm i)di.
Bu rivâyet benzer bir lafızla, Hilâl
el-Haffâr'ın Cüz'ünde, Beğavî'nin el-Mu'cemu's-Sahâbe'sinde ve İbn-i Asâkir'in
Târîh'inde dahî mevcûddur.
Dördüncü Rivâyet: İbn-i Sa'd ve İbn-i
Ebî Şeybe el-Musannef'de, Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs'dan, taşlarla tesbîh ettiğini
rivayet etmiştir.
Beşinci Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel
de ez-Zühd'de, Ebû'd-Derdâ’nın hurma çekirdekleriyle tesbîh ettiğini rivâyet etmiştir.
(İmâm Celâleddîn es-Süyûtî, el-Minha fî's-Sibha, -el-Hâvî li'l-Fetâvâ
içinde-:2/37-38)
Rivâyetleri daha da çoğaltmak mümkin ise de,
bizce bu, şurada lüzûmsuzdur. Bütün bunlar Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in
tatbîkâtıdır. Bu rivâyetler göz önünde bulundurularak, Sûfiyye'ce, topluca
ve tek başına taşlarla zikretmenin bid'at olduğu tarafı değil de, hayır
olduğu tarafı tercîh edilmiştir. Şu halde taşlarla zikir Resûlüllah
sallallâhu aleyhi ve sellem'in takrîrleri ve Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'in
amelinden alınma bir Sünnettir; müfterî kezzâbların dediği gibi, Hasan
Sabbâh'dan alınma değildir. Biz, da'vâmıza dâir delîl getirdik, şu iddia
sâhiblerinde eğer zerre kadar şeref ve haysiyet varsa, onlar da kendi da'vâları
için delîl getirsinler. Ama delîl olsun… Küflü akılları onların olsun.
Bekliyoruz…
Dört: Hatm-i Hâcegân’ın halka şeklinde
olması ise, Sünnet’te yer alan ilim ve zikir halkalarıyla alâkalı nice hadîsden
alınmıştır. Meselâ: (Bir): Ebû Vâkıd el-Leysî şöyle dedi: Biz Resûlüllâh
sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberken bir de ne görelim ki, üç kişi
uğradı. Onlardan biri, halkada bir aralık buldu ve oturdu. [Muvatta
(Selâm: 4), Ahmed (5/219), Buhârî, (İlim: 8, Salât: 84), Ebû Dâvûd (Edeb:14),
Tirmizî (Edeb: 12, İstîzân:29], Mu’cem:1/503 (İki):Cennet bahçelerine
uğrarsanız, (orada) otlanın. Cennet bahçeleri de nedir? dediler. (Cennet
bahçeleri) “zikir halkalarıdır” dedi. (Ahmed: 3/150), Mu’cem:1/5 (Üç):
Halkanın ortasına oturanlara lâ’net olsun. [(Ebû Dâvûd, Edeb, Halkanın
Ortasına Oturmak Bâbı:17), Münzirî, bu hadîsi Tirmizî de rivâyet etmiş ve
Hasen-Sahîh olduğunu söylemiştir. (Avnu’l-Ma’bûd:13/172, )]
Beş: Hem, canları istemediğinde ve
hevâlarına uymayan bir çok yerde, hadîsleri, hatta âyetleri bir tarafa
fırlatacak kadar alçalabilenler ne zamandan beri Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ
aleyhim'in aralarında ihtilâflı olan bir kavlini delîl görüyor, hatta, onunla
mü'münlere müşriklik sıfatını yakıştırabiliyorlar?!... Câhilliğin ve
terbiyesizliğin âlemi yok…
Altı: Şu mübtezel iddiâlarındaki delîl
veya karîne mücerred/salt kısmî benzerlikler ise, İbn-i Sebe, Kuzmân ve
Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl ve benzeri gizli kâfirler olan münâfıkların
kendilerini mü’minlerden gizlemek için namaz kılmaları oruç tutmaları zekât
vermeleri ve bazen cihâd etmeleri, İslâm’a ve Müslümâmlara göre birer farz olan
şu ibâdetlere gölge düşürür mü? Elbette düşürmez, değil mi? Öyleyse,
mü’minlerin yaptığı güzel bir işi kâfirlerin kötü maksadlarla yapması, güzel
olmaktan çıkarmaz. El verir ki yapılan şey dîne uysun veya ters düşmesin. Şu
halde, böylesi bir delîl getirme usûlü -afv buyurunuz- yellenip karın şişini
indirmek haysiyetinde bile değildir. Çünki, yellenmede tabiî ve fıtrî de olsa
bir fayda varsa da şu ölçüsüz sözlerde hiç de iyi bir netîcesi olmayan karın
şişkinliğinden başka bir şey yoktur.
Yedi: Böylesi bir karakucak veya karakuşi bir
delîl getirme “yöntem”i hangi “bilimsel” esaslara dayanmaktadır?
Hiçbir ölçü denilebilecek ölçüye dayanmamaktadır. Böylesi bir
delîllendirme yöntemi, ilmîlikte bulunmadığı gibi bilimsellikte
bile yoktur. Varsa gösterilsin. Heyhât…
[102] Biz de ufak
değiştirmelerle bu süâl ve cevâbı buraya aldık.
[103] Allahu a'lem, el-Fetâve'l-Hadîsiyye’de.
[104] Maksadın hükmü ne ise o maksada ulaştıracak olan ve gayri
meşrû'luğunun delîli bulunmayan vesîlenin de hükmü odur.
[105] Hattâ, Şâri’in bazı
emirleri de mübâhtır; Emr-i İbâhî
[106] Mâide:35
[107] Er-Rahmetü’l-Hâbıta,
Mektûbât Kenarı:1/223
[108] Hattâ müctehidler asrında ve arasında Râbıta
mevcûd iken onların buna karşı çıkmamaları, onun meşrû'luğuna dair bir nev-i
sükûtî icmâ’dır.
[109] İmâm Devserî
Şâfiî idi.
[110] Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbıta’dan biraz değiştirerek,
Mektûbat kenarı, 1/220-226’dan kısaltılarak
[111] [Ebû’ş-Şeyh, Tabarânî, El-Evsât, İbnü Adiyy, Beyhakî,
Şu’abu’l-Îman, İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’dan], El-Fethu’l-Kebîr:1/507 H:5440
[112] [Ahmed İbn-i
Hanbel: 1/293, 303, 307, Tirmizî: Kıyâme, 59], el-Mu’cemu’l-Mü fehres.
[113] Tânevî,
İ’lâu’s-Sünen:18/440
[114] [Ahmed İbn-i Hanbel: 1/27, 51, 53, 319, 2/107, 426,
4/129, 164, Buhârî: 37. sû re tefsîri,31, Îmân, 37, Müslim: Îmân, 57, Ebû
Dâvud: Sünnet, 16, Tirmizî: Îmân, 4, İbn-i Mâce: Mukaddime, 9],
el-Mu’cemu’l-Müfehres.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.