عُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bu makalede inşâellah, İmâm
Takıyyüddîn es-Sübkî’nin, İbn-Kayyim el-Cevziyye’nin yazdığı Kasîde-i
Nûniyye’ye reddiye/cevâb olarak kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sakîl isimli
eserini tanımaya çalışacağız. Yazımız bir mukaddime, beş fasıl ve bir
hâtime/netîce çerçevesinde olacaktır.
Mukaddime, İbn-i Teymiyye’yi tanıtma
sadedinde ve neden İbn-i Kayyim ve Nûniyye’sini ele aldığımız ile
alakalı olacaktır. Birinci fasıl, İbn-i Teymiyye, ikinci fasıl, İbn-i
Kayyim ve Nûniyye’si, üçüncü fasıl, İmam Sübki ve es-Seyfü’s-Sakîl’i,
dördüncü fasıl, İmam Kevserî ve es-Seyfu’s-Sakîl’e yazdığı Tekmile,
beşinci fasıl, Kasîde-i Nûniyye, Es-Seyfü’s- Sakîl ve es-Seyfu’s-Sakîl
Tekmile’sindeki bahislerden bir takımı, hâtime de ise, İslâmî
meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki
i’tidâl ve istikâmetin ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün
himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile
kazanılacağı, hakkındadır.
Asıl maksadımız, kitabın son derece
mühim ve hassas olan bahislerinden bir kısmını sergilemek olduğundan,
ilk dört fasılda çok kısa atıflarda bulunmakla yetineceğiz.
Kasîde-i Nûniyye’nin, tam ismi
“El-Kâfiye ve’ş-Şâfiye Lî’ntisâri’l-Firkati’n-Nâciyeh”dir. Bu, İbn-i
Kayyım el-Cevziyye’ye âit akîdeye dair yazılan bir kitaptır.
“Es-Seyfü’s-Sakîl”, İmam Sübkî tarafından sözü geçen Kasîde-i Nûniyye’ye
karşı yazılan bir reddiyedir. “Tekmile” de, İmam Zâhid-i Kevserî
tarafından Es-Seyfü’s-Sakîl üzerine yazılan bir eserdir.
MUKADDİME
Neden İbn-i Kayyim ve Kasîde-i Nûniyye’si ?
İbn-i Teymiyye’yi anlatma sadedinde neden İbn-i Kayyim ve Nûniyyesini ele aldık?
İbn-i Kayyım’ın, eserlerinin en büyük
kısmı, İbn-i Kesîr’in de ifâde ettiği gibi, Şeyhinin, yani İbn-i
Teymiyye’nin sözünden alınmadır. (İbn-i Kayyim) o sözlerde tasarruflarda
bulunur. O’nun bu hususta güçlü bir melekesi vardır. Şeyhinin tek
kaldığı meselelerde hep dendene yapar/gürültü çıkarır, o görüşlere
yardım eder, onlara delil bulur…[1]
İbn-i Kesîr de, İbn-i Teymiyye’nin talebelerindendir. Bu sebeple onun şu şehâdeti mühimdir.
İbn-i Hacer, Ed-Dürerül-Kâmine’de
şöyle der: İbn-i Teymiyye sevgisi ona galip geldi. O kadar ki,
görüşlerinin hiç birinin dışına çıkmazdı. Aksine hepsinde ona yardımcı
olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden, ilmini yayan başkası
değil, İbn-i Kayyim’dır.[2]
İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyım’in
eserlerini okuyan her ilim sahibi bunu kâbul eder. Dolayısıyla,
denilebilir ki, İbn-i Kayyim’ın eserleri, İbn-i Teymiyye’nin eserlerinin
tehzibi, ayıklanması, şerhi, îzâhı ve delillendirilmesini ihtiva eden
geniş bir mecmuadır. Akîde ve fıkıhtaki şâz görüşlerinden hiç birisinde
ona muhalefet edemeyecek derecede onu taklîd etmekten geri kalmayan kör
bir taklitçi, “ona gölgesinden daha çok tâbi olan” sadık bir havârîdir.
Bu yüzden “İbn-i Teymiyye’yi anlamak, İbn-i Kayyım’i tanımaktan geçer”
veya “İbn-i Kayyım bilinmeden, tanınmadan, İbn-i Teymiyye yeterince
anlaşılamaz” dense yeridir.
İbn-i Kayyim’in bilhassa akîde
tarafını en açık bir şekilde sergileyen eseri ise, O’nun Kasîde-i
Nûniyye’sidir. İşte bu yüzden Kasîde-i Nûniyye’nin ilmî bir mercekle
tedkîk, tahkîk ve tahlîl edilmesi îcâb eder. Böylece, İbn-i Teymiyye’nin
tanınmasına mühim bir katkı hasıl olacaktır. Bu da, bizce en kâmil
manada, -Allahu a’lem- ancak Es-Seyfu’s-Sakîl ve Tekmile’si ışığında
olabilir.
BİRİNCİ FASIL
İbn-i Teymiyye Kimdir?
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i
Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî
el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da[3] doğdu (661 H.)
Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir
fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse
atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve
712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde,
Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.
İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık
ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi
yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.
Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh
ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol
oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb
olmak üzere üç tanedir.
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve
gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir
cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan
nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata
ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar
sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının
neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir
kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak
olan her kes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün
Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının
akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz
değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan
sözlerden meydana gelen cinsindendir.
Yerine göre zâhiri, yerine göre
filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman
ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse,
o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen
başkalarına âid olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi
tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır.
Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i
Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete
karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir
muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!)
içinde kurban etmiştir.
Bütün bunlar, ele alacağımız
meselelerde yeterince açıklık kazanacağı için, söylediklerimizi burada
delillendirmeye lüzum görmedik.
Bu makalemizde sözü edilen şahsın
“akîde” tarafını en açık ve çıplak bir biçimde ortaya koyan bir kitabı
ele alacağız; Kasîde-i Nûniyye…
İKİNCİ FASIL
İbnü’l-Kayyim Ve Nûniyye’si
İbn-i Kayyîm ve Kasîde-i Nûniyye’si ile alakalı faslı inşâellah sekiz “bahis”te ele alacağız...
Birinci Bahis
İbn-i Kayyîm’ın Hâl Tercemesi
İbn-i Kayyim Muhammed b. Ebi Bekr b.
Eyyüb b. Saîd ez-Zer’î, sonra Dimeşkî, Şemsüddîn Ebû Abdillâh b. Kayyim
el-Cevziyye (d: 691, ö:751)[4]
Zehebî, “el-Mu’cemu’l-Muhtass”ta
İbn-i Kayyim hakkında şöyle demektedir: Hadis ve bir takım Hadis ricâli
ilmiyle meşgul oldu. Fıkıhla da meşgul olur ve takririni iyi yapardı.
Nahivle meşgul olur, onu öğretirdi. İki asılda da meşgul olurdu. Halîl
(İbrahim) aleyhisselâm’ın kabrini ziyaret etmek için yolculuk yapmaya
karşı olan inkarı yüzünden bir müddet hapsedildi. Sonra ilimle meşgul
olmak için meclisin baş köşesine oturdu ve ilmi yaydı. Lâkin O, görüşünü
beğenen, her meselede çok cüretli olan biridir.
İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-Kâmine’de
şöyle demektedir: O’na, İbn-i Teymiyye sevgisi gâlip geldi. O kadar ki,
O’nun sözlerinin (görüş ve fetvâlarının) hiç birinden dışarı çıkmaz,
hatta bunların tamamında ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin
kitablarını tehzîb eden (ayıklayan) ve ilmini yayan O’dur. Zelîl hâle
düşürüldükten, kuru hurma dalı ile ona vurularak deve üzerinde
dolandırıldıktan sonra İbn-i Teymiyye ile beraber tutuklandı. İbn-i
Teymiyye ölünce tutukluluktan kurtarıldı. İbn-i Teymiyye’nin fetvâları
sebebiyle bir başka defa da imtihan geçirdi. Asrın(ın) âlimleri
aleyhinde konuşur, onlar da onun aleyhinde konuşurdu.[5]
İmâm Kevserî meâlen ve hulâsa olarak
şöyle diyor: İbn-i Kayyim yaşarken de öldükten sonra da, Şeyhini bütün
şâz/doğru olana muhâlif görüşlerinde ta’kib ediyor, ona uyuyor, onu hak
ve batılda kör bir taklîd ile taklîd ediyordu. Her ne kadar kendini
(iddialarına) delîl getiriyor gibi gösterse de, bu “yapmacık deliller
ileri sürme”si, Şeyhinin dediklerini, şazlarını tekrarlamaktan başka bir
şey değildi. Bütün işi, karıştırmak, hile yapmak ve şu sapık
düşünceleri müdâfâadan ibaretti. O kadar ki, ömrünü Şeyhinin yalnız
kaldığı düşünceler etrafında gürültü çıkarmakla tüketti… Her ne kadar
mantıkçı ve felsefecilerin görüşlerini bol bol aktarsa da, aklî
ilimlerden nasibi yoktu. Düşüşünün ve çelişkisinin nerelere vardığı, “
Şifâu’l-Alîl”ini ve “Nûniyye”sini okuyana açıkça gözükecektir.
"Hâlik"[6] ravileri methetmesi de, ricâl ilminin olmadığının
delillerindendir. Ne Hüseynî, ne İbn-i Fehd ve ne de Süyûtî
“Tabakatü’l-Huffâz”a yazdıkları Zeyl’ler’de O’nu “(hadis) hafızlar(ı)”
arasında saymadılar. “Zâdü’l-Meâd” ve başka kitaplarındaki, okuyanların
hoşuna giden “hadisle alakalı bahisler”, yanında bulunan, hadis
âlimlerine âit kıymetli eserlerden araklamadır, kesilip alınmadır.
Kutbuddîn el-Halebî’nin “El-Mevridü’l-Henî Siyerü Abdi’l-Ğenî”si ve
benzeri eserleri gibi. İbn-i Hazm’ın “el-Muhallâ”sı ve “el-İhkâm”ı,
İbn-i Abdi’l-Berr’in “et-Temhîd”i olmasaydı, “İ’lamü’l-Muvakkıîn”deki
tafralara ve muğalâtalara imkân bulamazdı. Şeyhi ile beraber nice defa
tevbeye çağrıldı ve tazir gördü…[7]
İkinci Bahis
İbn-i Kayyim’in Kasîde-i Nûniyye’si
Akîde’de, “Nûniyye” ismiyle meşhûr
-benim bildiğim- iki kasîde vardır. Birincisi, İbn-i Kayyim’ın
“El-Kâfiyetü’ş-Şâfiye fi’l-İntisarı li’l-Fırkati’n-Nâciyeh” ismini
verdiği kasîde, ikincisi de Fâtih devri ulemasından Hızır Bey b.
Celâl’in[8] “Ucâletü leyletin ev leyleteyni” isimli “Kasîde-i
Nûniyye”sidir. Bu ikincisi, Ehl-i Sünnet çizgisinde yazılan kıymetli bir
eserdir ki, üzerine güzel şerhler ve haşiyeler yapılmıştır; Hayâlî,
Uryanîzâde ve Dâvûd-i Karsî’nîn eserleri bunlardandır. Osmanlının son
devri ulemâsından olan Manastır’lı İsmâil Hakkı Efendi, Hızır Bey’in bu
“Nûniyye”sini İslâm harflerimizle Türkçeye terceme edip şerh etmiştir.
Bizim sadedinde olduğumuz “Kasîde-i
Nûniyye” ise, İbn-i Kayyim’in “Kâfiye..”sidir. Beytler halinde yazılan
bu “Nûniyye” 5949 beytten meydana gelmiştir.[9]
Doktor Muhammed Halîl Herrâs’ın bu
“Nûniyye” üzerine yazdığı iki ciltlik şerhi, Dârü’l Kütübi’l-İlmiyye
tarafından basılmıştır. Herrâs’ın ifâdesine göre, bu akîde üzerine, iki
küçük çalışmanın dışında, kayda değer şerh veya haşiye yazılmamıştır.
Doktor Şârih’in şerhi ise, aslı gibi ilmî yanı bulunmayan ve bağışlayın
“cazgır üslûbu”yla yazılan bir şerhtir.
İbn-i Kayyim’in, iddialarına delil
olarak getirdiği âyetler ile bir takım “sahîh”, yahud “hasen” hadislerin
“delâlet cihetlerinin/taraflarının ne olduğu”, bir çok hadisin de,
erbâbınca, “zayıf” veya “uydurma” damgası yemesi, O’nu hiç mi hiç
alâkadar etmemiş! Muhtemelen, bir sıkıntıya düşmemek için de, -bir
talebe tarzıyla bile olsa- hadis tahriçlerine kitabın hiçbir yerinde
asla teşebbüs etmemiş, “uydurma” rivâyetler karşısında lâl ü ebkem
olmayı nasılsa becerebilmiştir.
Hâfız Süyûtî’nin Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’în husûsiyetleri ve fazîletleri mevzuundaki
“el-Hasâisü’l-Kübrâ” isimli kıymetli bir eseri vardır. Bu eser,
umûmiyetle fazîletlerle alâkalı olduğundan, ona, “uydurma olduğunda
ittifak bulunmayan” zayıf rivâyetleri de koymuştur. Doktorumuz, bunun
üzerine yazdığı sözüm ona tahkîkte ve ta’liklerde çoğu kez, ilmî edeb ve
terbiye sınırlarını aşmış, hitab üslûbu yanında bir çok “hasen”, hatta
“sahîh” rivâyete gelişigüzel bir biçimde “uydurma” damgasını vurabilecek
kadar “kritikçi” olmuştur. Hâlbuki aynı doktorumuz, İbn-i Kayyim’in
“akâid”inde delil getirdiği “zayıf” hatta “uydurma” rivâyetlerine kör
olabilmiştir. “Nûniyye”ye reddiye olarak yazılan “es-Seyfü’s-Sakîl” ile
“Tekmile”si veya -varsa- herhangi bir başka reddiye, hesâba katılmadan
ve cevablandırılmadan yazılan bir şerh ne kadar ilmî olabilir? Muhakkık
ve müdekkık bir âlimin, herhangi bir hususta, müctehidlik seviyesinde ve
büyük bir muhaddis olan İmâm Sübkî’nin, muhaddisliğini düşmanlarının
bile kabul ve teslim etmek zorunda kaldığı allâme Kevserî’nin
reddiyelerini nasıl hesaba katmaz?!. İlim adamı, da’vâsının/tezinin
aleyhinde söylenen ve yazılanları bulup çürütmeden, bir ilmî eser, nasıl
yazabilir?! Yoksa, birilerinin gözü açılıp hakîkatleri görmesinden mi
korkulmaktadır?!!
Hâsılı, sözünü ettiğimiz şu “şerh”
de, manzûm olarak yazılan “Nûniyye”nin nesir kalıbıyla ifade edilmesinin
yanında, muârızlarına karşı bir takım “hakâret”lerden başka bir şey
bulundurmamaktadır. İkisi de “hakk”larla “bâtıl”ların paçal edildiği lâf
harmanı…
Vâkıa, asrımız Ezher âlimlerinden (!) olan Şârih’in bu tavrını garipsemiş de değiliz.
Üçüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nûniyye’deki Üslûbu
İbn-i Kayyim’in üslûbu, kavgacı,
sataşmacı, karalayıcı, aceleci, muğâlâtacı ve saldırgandır. İlmî değil,
“ideolojik”tir. Zehebî’nin, bir mektubunda İbn-i Teymiyye’ye, “Haccâc’ın
kılıcıyla İbn-i Hazm’ın dili iki öz kardeşti. Billâhi sen o ikisiyle
kardeş oldun” dediği gibi, İbn-i Kayyim’in dili, Haccâc’ın kılıcı
gibiydi. Onda ilmî vakar ve ağırlığı bulamazsınız. Kendisi gibi “teşbîh”
ve “tecsîm” inancında olmayanlar, “Allah’ı, (hâşâ) belli bir yön veya
mekâna yerleştirmeyenler”, ya “Allahtan korkmayanlar”, ya “kalbinde
zerre kadar îmân bulunmayanlar”, ya “Kurânı yalanlayanlar”, ya “Sünnet’i
inkâr edenler” veya “Cengiz han’ın ordusu’nun askerleri”dirler. Bu tarz
üslûbu hemen hemen her eserinde hâkim olmakla berâber, “Nûniyye”sinde
çok açık ve nettir. Nitekim bu dediğimiz dördüncü fasıldaki kendi
ifâdelerinde görülecektir.
Dördüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nakillerindeki Îlmî Emâneti
İbn-i Kayyim âlimlerden yaptığı
nakillerde de yeter miktarda güvenilebilecek bir kimse değildir. Zîra
yine meselelerde de göreceğimiz gibi, İmâm Sübkî ve imâm Kevserî, İbn-i
Kayyim’in gerek Mu’tezile gerek Cebriye ve gerekse Eş’ariye
tâifelerinden yaptığı bir çok nakil için “bu yalandır”, “iftirâdır”,
“onlar böyle dememişlerdir”, “aksine onlar, şöyle söylemişlerdir”
demektedirler. Başka kitablarında da, meselâ “tevessül” hakkında dört
mezheb imamından doğru olmayan nakillerde bulunduğu Ehl-i ilim
tarafından isbât edilmiştir.
Beşinci Bahis
İbn-i Kayyim’n Âlimlerin Sözlerini Anlayabilme Seviyesi
İmâm Sübkî ve İmâm Kevserî’nin
cevâblarından da açıkça anlaşılmaktadır ki, İbn-i Kayyim, ulemânın
sözlerini anlayabilecek seviyede değildir. Âlimler bir söz söylerken O,
çoğu kez, bu sözü yanlış anlayıp münâkaşasını tamamen o meseleye
ecnebî/yabancı bir sâhada yürütmektedir. “Allah’ın fâil olub olmadığı”
mevzuunda görüleceği gibi… O’nun hakkındaki bu “anlayamama” tesbîti,
hatt-i zâtında hakkında yapılan bir hüsn-i zanndır. Aksi halde, ortada,
“hâinlik” veyâ “muğâlata” bahis mevzuu olacaktı.
Altıncı Bahis
İbn-i Kayyim’in İlmî Derinliği
İbn-i Kayyim, sadedinde olduğumuz
kitabında “hâtıbu’l-leyl” yani gecenin karanlığında odun toplayan adam
suretindedir. Dolayısıyla karanlıkta, odun yerine yılanı yakalayıp
almaktadır. O, akîdede, rahatlıkla, “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri
delil olarak ileri sürebilmektedir. Nûniyye’sinde, kılı kırka yaran bir
“munekkıd hadis hafızı” ile değil de, âdeta “hurafeci vâizler” gibi bir
tiple karşı karşıyasınız. Nitekim bu, getirdiği “zayıf”, hatta “uydurma”
hadisleri ileride sergilediğimizde açıkça görülecektir.
Yedinci Bahis
İbn-i Kayyim’in Muârızlarının Delîl ve Cevâblarına Yer Verib Vermediği
İbn-i Kayyim bunu asla yapmaz. O,
tâbilerinin kafasını karıştırmaktan şiddetle korkan sahte şeyhler gibi,
muârızlarının delillerinden ve cevablarından, hatta mücerred sözlerinden
onları çok sakınır. Çürütmek için bile onları ağzına almamaya çalışır.
Çizgisinden gidenlerin de tamamının tarzı hemen hemen böyledir.
Sekizinci Bahis
Kasîde-i Nûniyye’nin İbn-i Kayyim’in Son Görüşleri Olup Olmadığı
İbn-i Kayyim bu akîdesinden ömrünün
sonunda dönmüş olamaz mı? İnşâellah Ehl-i Sünnet akîdesine dönmüştür.
Biz, dediklerimizi, aktardığımız sözleriyle sınırlı olarak diyoruz.
Hâtimesine/son nefesine dâir şehâdette bulunmuyoruz. Ancak, İbn-i Receb
el- Hanbelî’nin “Tabakâtü’l-Hanâbile” sinde naklettiğine göre O, İbn-i
Kayyim'e ölümünden bir sene gibi bir zaman önce devam etmiş ve bu
Nûniyye'yi İbn-i Kayyim’den o zaman işitmiştir.[10]
ÜÇÜNCÜ FASIL
Sübkî ve Es-Seyfü’s-Sakîl’i
Bu faslı, inşâellah dört “bahis”te ele alacağız.
Birinci Bahis
İmâm Sübkî’nin Hal Tercemesi ve İlmî Seviyesi
Ali b. Abdi’l-Kâfî b. Alî b. Temmâm
es-Sübkî el-Ensârî. Hadîs hâfızlarından, müfessirlerden ve
münâzaracılardan biri… Zehebînin de ifâdesiyle asrının Şeyhu’l İslâmı…
Allâme Kevserîn’in tabiriyle devrinin en büyük münâzaracısı…
Tabakâtü’ş-Şâfiiyye sâhibi Tâcüddîn es- Sübkî’nın babası… Hicrî 683
senesinde Sübk’te doğdu. Sübk’ten Kâhire’ye, sonra da Şâm’a gitti. Hicrî
739 senesinde Şâm kadılığını üstlendi. Sonra hasta oldu ve Kâhireye
döndü. 756 senesinde Kâhire de öldü.
Ulemânın O’na olan medih ve senâları
saymakla bitmez. Zehebî “Zeylü’l-İber”de[11] O’ndan “şeyhul-İslâm” ve
benzeri medih sözleriyle bahseder: “El-Mu’cemu’l-Muhtass”ta da,
“allâme”, “fakîh”, “muhaddîs”, “hâfız”, “fahru’l-ulemâ”,
“takıyyü’d-dîn”, “Sâdık”, “mütesebbit”, “hayırlı”, “mütevâzi”, “sîret ve
ahlâkı güzel”, “ilim kablarından biri”… Fıkhı bilir takrîr eder, hadîs
ilmini bilir tahrîr eder, usûl ilmini bilir ve okutur, Arapçayı bilir
tahkîk ederdi. Sağlam eseler yazmıştır.[12] Zehebî onu öven bir şiirinde
kendilerini köleye O’nu da efendiye (veya pâdişâha) benzetir. “İlimde”
Mâlik gibi seviyeye nâil olduğunu, “hukümlerde, en üstün hüküm veren”,
“hıfz ve nakd”de İbn-i Maîn, “fetvâlar”da Süfyân ve Mâlik, “Münâzarada
ve araştırmada” Fahru’d-dîn(-i Râzî), “nahiv”de de Müberrid ve İbn-i
Mâlik gibi olduğunu, söyler.[13] Usûlcu İsnevî, “gördüğümüz âlimlerin en
üstün nazar sâhibi, ilimleri en çok toplayanı, ince meselelerde en
güzel konuşanı….” olduğunu anlatır.[14] Hepsi kıymetli bir çok eseri
vardır. Es-Seyfü’l-Meslûl’ün Muhakkık’ı, O’nun 211 eserini sayar.[15]
İkinci Bahis
İmâm Sübkî’nin Şu Reddiyedeki Mazereti
İmâm Sübkî bu hususta kısaca şöyle
diyor: “Bu kasîdenin sâhibi Nâzım (eserini şiir vezniyle yazan İbn-i
Kayyım), hakkında konuşacağımdan aşağı mertebededir. Ancak bu hususta
kendime İmâmu’l-Haremeyn’i nümûne aldım. O ‘Nakzu Kitâbi’s-Siczî’ isimli
eserini yazdı. Bu Siczî, ‘Muhtasaru’l-Beyân’ ismi verilen bir kitabı
bulunan hadis âlimidir. İmâmu’l-Haremeyn bu kitabı Mekke’de buldu. Bu
kitabda, bir takım meseleler vardı ki birisi ‘Kurân’ın harflerden ve
seslerden ibâret olduğu’ dur.”
Sübkî, İmâmu’l-Haremeyn’in, Siczî
için, “câhil”, “hafif akıllı”, “câhilliğinde ısrarlı”, “ahmak”, “şaşı”,
“mel’ûn”, “kovulan”, “sapık”, “Allah’ın la’netleri üzerine olsun” gibi
benzeri sözler sarfettiğini ifade etti.[16]
İmâm Sübkî, kendi ta’biriyle “bu
câhil (İbn-i Kayyim) ile istemeye istemeye konuşmak” husûsunda
İmâmu’l-Haremeyn’e uyduğunu ifâde ettikten sonra, İbnü’l-Kayyim’in,
Siczî’nin onda biri olamayacağını, lâkin, insanın Müslümanların
akîdelerini korumak için câhiller ve bidatçılarla da tartışmak zorunda
kaldığını, söylüyor ve şöyle devâm ediyor: Münâkaşam, keşke bir âlimle
veya bir zâhidle, yahud dinini ve haysiyetini iyi koruyanla, hakka
yönelenle olaydı… Ancak bu, kaçınılması zor, hatta imkânsız bir
imtihandır, musîbettir…
Üçüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Üslûbu
İmâm Sübkî, allâme Kevserî’nin de
ifâde ettiği gibi, yazılarında ve sözlerinde son derece nezîh bir üslüb
sâhibidir. Tâcüddîn es-Sübkî anlatıyor: Evimizin dehlizinde/bodrumunda
oturuyordum. Bir köpek çıktı geldi. Ona, “oşt! köpoğlu köpek” dedim.
Babam, evin içinden, beni azarladı. O, “köpoğlu köpek” değil midir?
dedim. Câizliğin şartı, “tahkîr kasdı olmamak”tır, dedi.[17]
Ne var ki O, İbn-i Kayyim’in
çıldırtan hakâretleri karşısında “baklayı dilinin altından çıkarma”ya
ihtiyâc duyuyor ve neredeyse İmâmu’l-Haremeyn seviyesinde ifâdeler
kullanmaya kendini mecbûr hissediyor.
Dördüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Cevablarının Kısa oluşunun Sebebi
İmâm Kevserî’nin anlattığına göre,
İmâm Sübkî çoğu yerde batıllığı apaçık olan sözlere cevâb vermeye lüzüm
görmez. Bazen, “görüyorsunuz” ve “gördüğünüz gibi” ifadelerle iktifâ
eder. Bazen de çok kısa bir atıfda bulunur. Hâsılı O, sıkıcı bir
münâkaşada, sâdece çok mecbur kaldığı yerlerde vecîz konuşup teferruatı
ehl-i ilmin bilgisi ve anlayışına havale ediyor, mühim noktalara
dikkatleri çekmeyi hedefliyor. Yüzlerce beyti okuduktan sonra, “meselede
bir şey kazandırmayacak faydasız boş sözler…” demekle iktifâ ediyor.
Hâsılı, denilebilir ki, zâmânının üstün ilim seviyesi bu gibi îcâzları
kaldırıyor ve hafîf tenbîh ve îkâzları yeterli kılıyordu. Belki de,
Allah celle celâlühû bazı fazîletleri başkalarına sakladığından dolayı
hal böyle oldu. Bu da İmâm Kevserî’ye nasib oldu. Allahu a’lem.
DÖRDÜNCÜ FASIL
Zâhid-i Kevserî ve Tekmilesi
Bu faslı da inşâellâh dört “bahis”te yazacağız.
Birinci Bahis
İmâm Kevserî’nin Hâl Tercemesi
Muhammed Zâhid b. Hasen b. Alî
el-Kevserî Hanefî bir fakîh (ve muhaddis ve de kelâmcı). Çerkes
asıllıdır. Hadis, Kelâm, Fıkıh, Edebiyât ve Siyerle meşgûliyyeti vardı.
Hicrî 1296 senesinde doğmuştur. İstanbul Fâtih medresesinde fıkıh
tahsîlini yaptı ve orada ders okuttu. Birinci Cihan harbi sırasında,
medresedeki ders saatlerinin çoğunda dînî derslerin yerine yeni ilimleri
yerleştiren İttihâtçılara karşı geldiği için, onların sıkıştırmalarına
marûz kaldı. Cumhûriyet’in kurulmasından sonra tutuklanmak istenince,
1341/1922 senesinde gemilerden biri ile Mısır’ın İskenderiye şehrine
gitti. Bir zaman Mısırla Şam arasında gitti geldi. Sonra Kahire’ye
yerleşti. Mısır’da, arşivdeki Türkçe vesîkaları Arapçaya tercüme
vazifesi aldı. Arabça Türkçe, Farsça ve Çerkesçe’yi iyi biliyordu. Hicrî
1371 senesinde Kahire’de öldü. Rahimehullâh…
Hindistân Pâkistân, Mısır, Sûriye,
Yemen Mağrîb, ve dünyânın diğer değişik memleketlerindeki büyük
âlimlerin üstün medih, takdîr ve hayranlıklarına mazhar olmuş,
düşmanları bile ilmî üstünlüğünü itirâfa mecbûr kalmıştır. Küfür ve
bid’at cebhesinin korkulu rüyâsı haline gelmiş, “tecdîd” perdesi altında
İslâm’ı tahrîf etmeye kalkışân küfür cebhesinin soluğunu kesmiştir.
Hâsılı O, mektebleşen, eskilerin ifâdesiyle, “Ferîdü asrihî” “vehîdü
dehrihî” “berekütü’l-asr”, “nâdiretü’z-zemân”, “âyetün min
âyâti’llâh”[18] denilebilecek, -şimdilerde moda olan naylon
müceddidlerden değil de-, hakîkî manâsıyla bir müceddid idi. Tefsîr
Usûlu, Fıkıh, Hadîs, Ricâl ve felsefe sâhasında yazdığı, telif, ta’lîk,
tahkîk, cevâb ve takdîmleri çoktur. Bunlar elliyi aşar.
İkinci Bahis
İmâm Kevserî’nin Es-Seyfü’s-Sakîl’i İlim Dünyâsına Kazandırması
Bir yanda, devletler gücü ile,
Müslümanlar arasında “selefîlik” zarfında “teşbîh” ve “tecsîm” inancı
yerleştirildi, geliştirildi ve kollandı. Öte yanda da, çağdaş
nebbâşlarca mezarından çıkarılan “Mu’tezile” düşünceleriyle
Müslümanların, kafası iyiden iyiye karıştırıldı. Biri “aklı kullanmayan
veya kullanamayan akılsızlar”, diğeri de “rasyonalist/akılcı akılsızlar”
olan şu iki zümreye, Ümmet’in boğazı sıktırıldı. Aslında biribirine
taban tabana zıt gibi görünen şu iki anlayış sahiblerinin ortak yanları,
“Ehl-i Sünnet” inancındaki bütün bir Ümmet’e karşı olmak ve onun
vahdetini yok etmektır. Şu “akılcı akılsızlar”ın zaman zaman İbn-i
Teymiyye ve İbn-i Kayyımlerin arkalarına sığınmaları, onları
beğendikleri ve kabûllendiklerinden değil, Ehl-i Sünnet muarızlarını
tepelemek maksadıyladır. Sonra da onları da tepelerler, olur biter.
İşte, İmâm Kevserî’nin şu hakîki
tecdîd çalışmaları, bu oyunun üzerindeki örtünün kaldırılmasından başka
bir şey değildir. Es-Seyfü’s-Sakîl’in tahkik, ta’lik ve ilâvelerle
neşredilmesi işte bu maksada ma’tuftur. Kevserî… eserleri ve
makâleleriyle hakikati ortaya koyan adamdır. Güney Amerika’dan gelib de,
Mescid-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm’da bana Kevserî'yi soran genç
âlimler, bu mayanın tuttuğunu göstermektedir. Nâmütenâhî hamdolsun…
Üçüncü Bahis
İmâm Kevserî ve Es-Seyfü’s-Sakîl
İmam Kevserî’nin
“Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti İbni’l-Kayyim” ismini verdiği
Tekmilesi, Sübkî’nin eserini onlarca kat değerli kılmıştır. Sübkî’nin
işâret ettiklerini O, açıkça ifâde etmiştir. İmâm Sübkî’nin, devrinin
şartlarına göre lüzûm görmediği veya hiç göremediği için işâret etmediği
bir çok noktaya da Kevserî, lüzûmuna binâen “Tekmile”sinde açıklık
getirmiştir.
Dördüncü Bahis
İmâm Kevserînin Üslûbu
Kevserî’nin uslûbunun sert olduğunu
söyleyenler var. Her insâf sâhibi bilir ve kabûl eder ki, şu “sert/ağır
olduğu” söylenen sözler, muârızlarca sarf edilen sözler yanında yıkanmış
sözlerdir.
Kevseri, İmâm Ebû Hanîfe’ye
yakıştırılan, “papaz”, “zındık”, ”mürted” ve benzerî süflî ifâdeleri
ihtivâ eden rivayetler için “mahfûz olan bunlardır” diyen Hatîbi
Bağdâdî’ye, O’na, “Muğîsü’l-Halk”de, olmadık hakaretleri yapan
Cüveynî’ye ne diyecekti? Öte yanda, Mücessime ve Müşebbihe itikâdlarıyla
İmân’ı ve İslâm’ı dinamitleyenlere ne söyleyecekti? “Bence, bu
dedikleriniz doğru olmayabilir, ne buyurursunuz efendim” mi diyecekti?
“Bu hakaretleriniz belki de ayıb olabilir…” deseydi çelebiliği zede alır
mıydı ne dersiniz?
BEŞİNCİ FASIL
Kasîde-i Nûniyye’nin Mevzu ve Bahislerinin Bir Kısmı
Biz bu bölümde önce İbn-i Kayyim’in
görüşlerinden bir kısmını “bahis” “bahis” verecek, sonra da Sübki ve
Kevseri’nin tenkitleri ışığında onları tahlil edeceğiz. İbn-i Kayyim,
düşüncelerini, hayali bir “karşılıklı konuşma” şekliyle yazıyor. Bu
karşılıklı konuşma (diyalog) meclisini toplayan meclis reisi ise ya
kendisi veya şeyhidir.
Birinci Bahis
Allah’ın Kelâmı
İbn-i Kayyim: Sıfatları ve
ulüvv’u/Allah teâlâ’nın maddî olarak yüksekte olduğunu kabûl edenle,
muattıl arasında müzakere meclisini topladı… Müsbit’in sözlerinden biri
de, (كهيعص, حمعسق, ق, ن ) “ayetlerin yazı ve seslerinin” gerçekten
Allah’ın kelâmı olduğu ve ‘Allah’ın, Sahabe’nin işittiği Kurân’la
konuştuğu’dur.
Sübkî: Bununla (İbn Kayyim’in) murâdı
‘Allah’ın kelâmının harf ve ses olduğu’dur. Bu câhil, Allah’ın kelâmı
ile ona delâlet eden lafzın arasını ayırmıyor.
Kevserî: İbn-i Kayyim, sadece o kadar
değil, “Kelâm-ı Lafzî” ile “Kelâm’ı Nefsî” arasını da ayıramıyor.
“Rûhu’l-Meânî” tefsirinin başlarında, “Kelâm-ı Nefsî” hususunda latîf ve
uzun bir îzâh vardır. Öyle ki, tereddüt sâhibine hiçbir şek
bırakmayacaktır. Âlûsî burada “Kelâm-i Nefsî” hakkındaki sözüne son
verdikten sonra şöyle demiştir:
Bu izahı kim kavradıysa, ondan bu
babdaki (Kelâm-i İlâhî mevzuundaki) içinden çıkılmaz gibi gözüken
problemler savulmuş oldu ve gördü ki, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim,
İbn-i Kudâme, İbn-i Kadı el-Cebel, Tûfî, İbn-i Nasr es-Siczî ve
emsallerinin teşnî’leri kapı zırıltısı ve sinek vızıltısıdır… Fikirleri
inhiraf etti. Görüşleri karmakarışık oldu ve Ümmetin alimleri ve
imamların büyükleri aleyhlerine konuştular ve kınamada ileri gittiler.
Düşüncesizlikle, akletmemekle ve haddi aşmakla, suçlamada ölçüyü
kaçırdılar, ileri gittiler.
İbn-i Kayyim: “Allah semâvâtın üstündedir.”.
Sübkî: O’na, “Allah ve Resûlü, hangi
ayet ya da hadiste ‘Allah semâvâtın üstündedir’, buyurdu?” denilir.
Halbuki sözünün başında “Rabbimizin dediğini diyoruz” demiştin. Rabbimiz
nerede, “O mahlükatı’ndan bâindir (ayrıdır). Mahlûkatında onun zatından
hiçbir şey yoktur. Zatında da mahlûkatından hiçbir şey yoktur” dedi?
Sen, Allahın demediğini O’nun “dediği”ne nisbet ettin.
İbn-i Kayyim: Muattıl (sıfatları
kabul etmeyen) bunu müsbitten duyunca sustu, bunu içine attı ve
şeytanlarıyla baş başa kaldı. Kimileri kimilerine…vahyetti…
Sübkî: Onun bütün bunlarla anlatmak
istediği, Allah-u a’lem Eşariyye, Şafiiyye, Mâlikiyye ve Hanefiyye
taifeleridirler ki, onlar, İbn-i Teymiyye’ye karşıdırlar. “Muattıla”
diye isim verdikleri de onlardır. “Müsbit” ile muradı İbn-i
Teymiyye’dir.
İbn-i Kayyim: Bunlar, “Muattıl”, “Müşebbih” ve “Muvahhid” için verilen güzel misallerdir.
Sübkî: “Muattıl” ile kasdettiği,
Eşarîler Cemaati, “Muvahhid” ile kasdettiği kendisi ve taifesidir.
“Müşebbih” ise, O’na göre mevcüd değildir. Muarızlarının “Müşebbih” ile
kasdettikleri, O ve taifesi, “Muvahhid” ile kasdettikleri, kendileri,
“Muattıl” ise Onlara göre yoktur. Zira, Muattıl yaratıcıyı (sıfatlarını)
inkâr edendir. Müşebbih de Allah’ı yaratıklarına benzetendir. Görünürde
buna hükmeden yoksa da, bunu, yani “benzetme”yi lâzım getiren şeylere
hükmeden vardır.
Şunda hiçbir şek yoktur ki, kendisi
için, “benzetmenin lâzım gelmesi”, düşmanları için “(sıfatları)
nefyetmenin lazım gelmesi”nden daha açıktır. İnsan kendini imtihan etse,
Eşarî’nin Muattıl olmadığında (ama bu adamın) Müşebbih olduğunda hiç
şüphe etmez. Diliyle bunu inkâr etmesi onu kurtarmaz. O “Allahı
yaratıklarına benzetenin küfre girdiğini” kendi nefsi aleyhine itiraf
etti…
İbn-i Kayyim: Cehm ve yandaşları
Allah’ın sıfatlarını inkâr ettiler. Hatta O’nu en üstün semalardan
nefyettiler (göklerde O yoktur dediler). Arş’ı Rahmandan boşalttılar.
(Allah Arş’ta değildir dediler).
Sübkî: Cehm çok seneler önce geçti
gitti. Bu gün onun mezhebinde bilinen bir kimse de mevcûd değildir.
Böylece bilindi ki; İbn-i Kayyim’ın “Cehmiyye” ile muradı Şafiî’ler,
Malikî’ler, Hanefî’ler ve Hanbelî Fâdıllarından olan Eşarîler’dir.
Öyleyse, Manzûme sahibinin ıstılahı bilinsin. Cehmiyye’ye nisbet ettiği
her bir şeyle kastı onlardır.
Bu hususta Mu’tezile de Eşariyye
görüşündedirler. Ancak onlardan bu memleketlerde bulunan yoktur. Varsa
da görünmemektedirler. Öyleyse, Kasîde’nin sahibinin bu kasidede
bahsettiği, Eşariyye mezhebinde olanlardır.
İbn-i Kayyim: Onlara göre, “kul fail değildir”. Aksine kulun fiili göz kapaklarının hareket etmesi gibidir.
Sübkî: “Kul onlara göre fail
değildir” sözünde bu cahil yalan söyledi. Lâkin bununla onların muradı
“Kul fiilini yaratmaz. Yaratıcı değildir. Kulların fiillerini yaratan
Allah sübhânehû’dur”. Bu yüzden bu cahil bununla onların “kul fail
değildir” dediklerine inandı. “Kulun hâlık olmadığı” doğrudur. “Fâil
olmadığı” da bâtıldır. Fail, fiil kendisiyle kâim olan, hâlık da fiili
var edendir. Fiili yoktan var eden ancak Allah’dır. “Göz kapaklarının
hareket etmesi gibi” sözü ondan sadır olan büyük bir câhilliktir. Zira
O, cebir ile Eşarî mezhebini ayırmadı. Sonra, “Allah kulu kendi fiili
olmayan bir işle Cehennem ateşine atacak” dedi. Bu câhil câhilliği ve
yalanına devam etti. Sonra “lâkin onları Allah kendi fiilleri ile
cezalandıracak” dedikten sonra “Zulüm ise onlara göre bizzat imkansız,
bir şeydir” dedi. Ardından, “(böyleyken, Allah) o (zulümden) nasıl
tenzih edilir ve bu tenzih nasıl medih olur” dedi.
Deriz ki: Ey câhil Allah’a ve
kullarına karşı cüretkâr davrandın da fiil ile yaratmayı ayırt etmedin.
Câhilliğinle ikisinin de bir olduğunu ve kulun fiiliyle
cezalandırılmayacağını zannettin ve “bu akıl sahiplerince akla sığmayan
bir şeydir” dedin. Sen, Rubûbiyyet hükümlerini akletmekten uzak olmana
rağmen, sende hangi akıl var da, onunla akledeceksin?!.
Kevserî; Bu kasîde sahibi hakkında en
azından söylenebilecek olan “câhil olduğu” dur. Şifâu’l-Alîl de, kulun
kesbi hakkında anlattıklarını okuduğunda, onu, İmâmül Harameyn’in
el-Akîdetü’n-Nizamiyyesi’nden kulların fiilleri hakkında söylediğini
nakledip de sonuna kadar onu takip eder halde bulacaksın. Sonra dönüp
“Cebr”in en aşağı mertebesine düşer. Ardından Mu’tezileyi nihâi
mertebede yerer. Sonra onu, cüretkârlıkta onları geri bırakır halde
görürsün. Hasılı Onu, insanların görüşlerini, anlamadan bir araya
toplayan ve cin çarpmış gibi aklı fesada uğramış biri olarak bulursun.
İkinci Bahis
Allahın Fiilleri Muallel midirler?
İbn-i Kayyim: Keza, (Muattıl) Allah’ın emrinin ve ıtkânının/(muhkem yapmasının) gayesi olan “hikmet” için, “yoktur” dediler.
Sübkî: Alimlere karşı şu cüretkârlığı’na, yalan ve iftirasına bakın!….
Kevserî: Bunu, mümin fırkalar
arasında söyleyen, hiç bir kimse yoktur. Onlar dinden
bizzarûre/kaçınılmaz olarak, Allah’ın, “Azîz ve Hakîm” olduğunu
bilmişlerdir.
“Allah sübhânehû ve teâlâ’nın
fiillerinin, maksadlarla sebeblendirilemeyeceği”ne gelince, bunun,
“hikmeti, inkâr etmek”le alakası yoktur. Aksine bu, öyle bir hüküm
vermekten korkmak ve sakınmak kabilinden bir şeydir.
“Allah’ı, bir iş yapmaya sevk eden
maksad (ve hikmet) varmış ta, o (maksad ve hikmet) olmasa, sanki Allah o
işi yapmayacakmış”, gibi bir hükme varmaktan korkuyorlar. Çünki, Kitab
ve Sünnet’te böyle bir söz kullanıldığının gelmediği ve yine bunda
başkasıyla kemâl talebi bulunduğu için, bunun sakınılacak ve kaçınılacak
şeylerden olması gizli değildir.
Muhakkık fıkıh âlimlerinin, -biz
onları anlatsak da anlatmasak da,- kurallara dönecek olan hikmetler ve
maslahatların var olduğuna hükmetmelerine gelince; bunda korkacak bir
şey yoktur. Aksine bu katıksız bir doğrudur. Bu, Allah’ın “(kendi)
ihtiyar(ı/irâde ve seçimi) ile iş yapan olduğu”na inananlara göredir.
Nitekim hak olan da budur.
Allah’ı vaciblik yoluyla iş yapan bir
varlık olarak kabul edenlere gelince… Onlar ortada ne bir maksad ne de
bir hikmet tasavvur etmezler. Burada vaciblik ile murad edilen mahmul
şartıyla zaruret değildir.
Garibdir ki, İbn-i Kayyim, vacibliğe
kaildir. O kadar ki, sen onu “öncesi olmayan hâdisler/sonradan olma
şeyler” fikrini savunur halde görürsün. Bununla beraber bunların
(olanların) maksadlarla illetlenmiş/sebeblendirilmiş olduğu kanaatinde
olur. Bu birbirini yalanlayan şahadetlerden başka bir şey değildir.
İbn-i Kayyim: Cehm ve taraftarları
Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân
(Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline
geldiğine hükmettiler.
Sübkî: Maksadı “Allah’ın ezelden beri
bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım
getirir. Bu ise küfürdür.
Kevserî: Bu lâzım getirme “açıktır”.
“Mezhebin lâzımı Mezheb değildir” şeklinde söylenen söz, lüzûm (açık)
olmadığı yerlerdedir. Öyleyse, akıllı olanın mezhebinin lâzım getirdiği,
onun için mezhebtir. “Açık lâzım”ını inkâr ile beraber, “lâzım”ın
“melzûm”una (ayrılmayıp yapıştığı, beraber olduğu şeye) hükmeden, “bu
lâzım”ı kendisi için mezheb saymaz. Lâkin bu inkâr onu akıllılar
rütbesinden düşürür. “Mezhebin lâzımı” hakkındaki tahkik (işin
hakikatının ortaya konması) işte budur. O halde, küfrü, “açık bir luzûm”
ile lâzım getirecek şeye inanan kimsenin işi “kafir” veya “akılsız bir
yaratık” olmak arasında deverân eder.[19]
Üçüncü Bahis
Hâşâ Allah’ın Maddi Olarak Yüksekte Olduğu İddiası
İbn-i Kayyim: Sonra bir gurup geldi,
Allah’ın sıfatlarını yalanlamayı, tenzih kalıbı içerisinde gizledi ve
şöyle dedi: “Allah içimizde değil, kâinattan hariç de değildir”. Hatta,
“Kainâttan ayrı değil, içinde değil, aynı değil, göklerin ve Arşın
üstünde ne Rab vardır ne Rahmân. Arşın üstünde ilâh yok. Orada yokluktan
başka bir şey yok. Aksine Arşın Rabbinden olan payı yeryüzünün ve
binaların temellerinin payıdır. Arşın üstünde olsa şu cisimler gibi
olur” dedi.
Kevserî: Anlattığı kimseler, her bir
mücessim ve sapığın düşmanları olan Ehl-i Sünnet’tir. Allah, âlemin
içindedir denilmez. Nitekim dışındadır da denilmediği gibi. Allah Arşın
üstünde istikrar etti/yerleşti de denilmez. Çünki bu inançlar, ne
Kitab’da ne de Sünet’te gelmedi. Zira bunlar cisimlerin şânıdır. Kim
Allah’ın âlemin içinde ve dışında olduğuna ve Allah’ın (bir yerde)
yerleştiğine cevaz verirse o putperesttir. Ehl-i Sünnet’i bu
inançlarında kesin (akli) deliller ve ayetler, teyid etmektedir. Bu
hususta “Müşebbihe”nin elinde (değil delîl) şübheye benzer bir şey
(bile) yoktur. Nitekim, şu sapık Nâzım’a rağmen, bu gelecektir.
İbn-i Kayyim: Üstün ilim
sahiblerinden biri, “Beni Yunus aleyhisselâm’a üstün tutmayın” hadisi
hakkında, “denizin derinliklerindeki Yunus aleyhisselâm ile göklere
çıkıp yedi gök tabakasını aşan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
ikisi oralarda Rablerine yakınlıkta birdirler”, diyor. Ey Sünnet
yolundaki kimse! İlâhı’na hamdet. Değilmi ki seni iftiracının
tahrifinden korudu. Vallahi! Rabbinden korkan, imanı olan bu te’vîle
razı olmaz. Bu, hakîkaten dinden çıkmanın ta kendisidir. Hatta bu
katıksız bir tahrif, en soğuk bir hezeyandır….. Böyle teviller dinleri
ifsâd etti.
Sübkî: İşaret ettiği üstün
kimseler…….. dır. Sözü edilen hadisi, söylediği şekilde tefsir etmesi
sahihtir. Bu tefsiri, ondan önce İmam Mâlik yapmıştır. Bunu, fakih,
imam, İskenderiye Kadısı, müfessir, nahivci, usulcu, hatîb, edîb ve bir
çok ilimde mutehassıs Nâsıruddîn İbnü Münîr el-Mâlikî “El-Müktefâ fi
Şerefi’l Mustafâ” isimli eserinde, Allah için cihet olup olmayacağını
söylerken hikaye etti ve şöyle dedi: İşte bu manada Mâlik (r.h.) Nebi
sallallhualeyhivesellem’in “Beni Yunus b. Metta’ya üstün tutmayın”
sözünde işaret etti ve şöyle dedi: (Hadisde) Yunus aleyhisselamın
hususiyetle zikredilmesi ancak şundandır; Nebi sallallhu aleyhi vesellem
Arşa yükseltilmiş, Yunus aleyhisselam da denizin dibine inmiş olmasına
rağmen Allah’a nisbetleri birdir. Eğer üstünlük nisbetle olsaydı, Nebi
aleyhisselam Yunus b. Metta’dan mekan bakımından üstün olur ve “O’nu
üstün tutmayı” yasaklamazdı. Sonra Fakîh Nâsuriddîn faziletin rutbeyle
olduğunu açıklamaya başladı… Mâlik şu hadis’i, bu herifin
“ilhaddır/dinden çıkmaktır” dediği sözle tefsir etmektedir. Öyleyse,
Mulhid o’dur. Allah’ın la’neti üzerine olsun.
Kevserî: Sübkî’nin kitabında sözü
edilen “Fâzıl/üstün”ün kim olduğu belli değil, çünki orası
Es-Seyfü’s-Sakîl’de yazılı değildir. Fâdıl İmâmu’l-Haremeyn’dır.
Bazıları, İmamul-Haremeyn’in talebelerinden, onlar da
İmamul-Haremeyn’den şu sözü nakletmiştir. Bunlardan biri de İbn-i Ferah
el-Kurtubî’dir. O, “Tezkire”sinde, Kadı Ebu Bekir b. Arabî’den O, İmamul
Haremeyn’in bir çok talebesinden onlar da İmam Harameyn’den rivayet
ettiler:
Bir ihtiyaç sahibi,
İmamu’l-Harameyn’e geldi ve borcundan şikayet etti. İmam, “Belki Allah
bir kapı açacak” diyerek, O’na beklemesini işâret etti. O esnada bir
zengin geldi ve O’na “Allah’ın yönden münezzeh olduğu”nun delilini”(nin
ne olduğunu) sordu. İmamu’l Harameyn, “bunun delilleri cidden çoktur.
Bunlardan biri de Nebi Aleyhisselâm’ın, ‘kendisinin Yunus Aleyhisselâm‘a
üstün tutulmasını’ yasaklamasıdır”, dedi. Bunun, “hangi bakımdan
Allah’ın cihetten/yönden münezzeh olduğuna delâlet ettiğini” anlamak,
oradakilere zor geldi. İçlerinden biri bu yasaklamanın “tenzîh”e nasıl
delalet edeceğini sordu. İmamu’l-Harameyn, şu ihtiyacı olanın isteğini
karşılarsan, söylerim, dedi ve ihtiyaç sahibini gösterdi. O kişi, hacet
sahibinin borcunu üstlendi. İmam bunun üzerine şu cevabı verdi: Bu hadis
göstermektedir ki, Nebi Aleyhisselâm Sidretü’l-Müntehâ’da iken, denizin
içindeki balığın karnında bulunan Yunus Aleyhisselâm’dan Allah’a daha
yakın değildir. Bu da gösteriyor ki, Allah yönlerden münezzehtir. Yoksa,
“üstün tutmaktan yasaklamak” doğru olmazdı. Oradakiler bu cevabı son
derece güzel buldular.
İmam Buharî’nin rivâyeti, “Sizden
biriniz sakın, benim Yunus b. Metta’dan daha hayırlı olduğumu
söylemesin” şeklindedir. Mana aynıdır. Bu hadisi Kadı Iyâd Şifâ-i
Şerîf’de Müellif’in lafzı gibi zikretmiştir.
Allah’a yön tayin etmeye “küfür”
ıtlak eden kimseler, imâm’lar arasında son derece çoktur. Allah’ın
cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biride “kulun Allah’a en yakın
olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve
başkaları rivayet ettiler.
İbn-i Kayyim: Mezheblerini Kuran’a
dayandırıp hadise yapışanlar taifesi şöyle dedi; Senin aradığın Allah,
kulları üstündedir. Semanın üstündedir. Her mekânın üstündedir. O’dur
hakîkaten Arşın üstünde istivâ eden. Her güzel söz sâdece O’na yükselir.
Şükrân sâhibinin ameli sâdece O’na yükseltilir. Rûh (olan Cebrâil) ve
melekler O’ndan iner, O’na çıkar. İsteyenlerin elleri sâdece O’na
yönelir. Resûlüllah sâdece O’na çıktı. Mesîh aleyhisselâm hakîkaten O’na
yükseltilmiştir. Her bir mü’minin rûhu sâdece O’na yükselir. Lâkin
onlardan ta’tîl sâhibleri (Allahın zâtını yahud sıfatlarını inkâr
edenler) câhillik ve hizlân Allahın yardımından mahrum olup perişan
olmak) hastalığıyla hasta oan kimseler hâline geldiler.
Kevserî: Kurandaki ilâhî kelam şudur:
’O’dur kulları üstünde kâhir olan’. Allah, Kıptîler hakkında, ‘Şübhesiz
biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz’
buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin
olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî İsrâîl’in omuzları
üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan işlerdendir. Ya
bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla
hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların
üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır,
haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir
mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır.
Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile,
Mücessime’nin Şeyhi Mukatıl b. Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek
murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.
Arazların ve manaların Allah’a
yükselmesi bunun (madde olmayan şeylerin yükselmesini) “kabul etmek”ten
mecâz olduğu ilk bakışta anlaşılacak olan delillerdendir. Meleklerin
göklerden inmeleri ve göklere çıkmalarından ne olmuş? İsteyen kulların
kasdı başkasına değil de, sadece Allah’adır. Lâkin elleri semaya
kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası
olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve
bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”[20] Başın
yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük
talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere
intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin
hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.
Nebi Aleyhisselâm’ın İsrâsı (daha
doğrusu Mi’râc’ı) Allah’ın mekanını kaplamak için değildir. Allah’ı
mekandan tenzih ederiz. Aksine O’nu (Nebî sallallahu aleyhi ve selemi)
Rabbi, en büyük ayetlerini O’na göstermek için gece götürdü (ve miraca
çıkardı). Nitekim Kurân bunu ifade etti.
İsa Aleyhisselâm’ın makamı Mi’râc
hadisesinden ortaya çıkmaktadır. Yazıklar olsun Nâzım’a!.. Sünnet’in ne
de şaşırtıcı mertebede cahili imiş!. Evet Hiristiyanlar arasında
“Oğul”un semaya çıkarıldığını “Baba”sının yanında “oturduğunu” iddia
edenler vardır. Ruhların semaya çıkışını tecsime elverişli gören
kimdir?.
İbn-i Kayyim: Benimle beraber
yolculuk eden Cengizhan’ın ordusu olan Cehm’in talebelerine, Sünnet
taraftarları hakkında sordum; kimdir şunlar? Şöyle dedi(ler): Müşebbihe,
Mücessime!.. Sözlerini dinleme. Onlara lâ’net et. Kanlarının dökülmesi
hükmünü ver. Onlar Cehmîdirler ve Hıristiyanlar’dan sapıktırlar. Onlarla
“Allah dedi” “Resûlü dedi” sözleriyle mücadele etme. Onlardır o söze
evlâ olanlar, en lâyık olanlar. Onlarla imtihan olursan, hadisleri ve
Kurân’ı tev’il ve ilhad için, yalanlama üzerine muğalata yap.
Kevserî: Bak şu Haşevî’ye! Nasıl da
Allah’ı cisim ve cisimle alakalı şeylerden tenzîh eden Ehl-i Sünnet’i
Cengizhan’ın taraftarları yapıyor!…
Hâtime
İslâmî meselelerdeki tefrit ve
gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmet
ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset,
muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılabilir…..
Aktaramadığımız uydurma yahut zayıf
veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadis, imamlara iftirâ, “İcmâ”
idiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarda
olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle
Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir zamanda çok
dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis
perdesini def’ etmek lazımdır.
İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle buna
en ileri seviyede muvaffak olmuştur. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü
düzgün bir şekilde Türkçeye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl
ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok
edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve
kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı
olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbabı olanların bulup bir
mudakkık ve muhakkık gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir
halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir. İlm-i Kelâm müderrislerinin
Allah’ın sıfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden
geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir. Sözü edilen şu
muzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir. Uyuşuk uyuşuk durmanın
bir manası yoktur. Vesselâm….
وَصَلَّى الله عَلَى سيدنامحمد وَ
عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ
ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين
[1] Kevserî’nin takdiminden:15
[2] Kevserînin takdiminden:15
[3] Dicle ve Fırat arasında bir
şehir. İslam tarihçilerinin "el-Cezîre" adını verdikleri Yukarı
Mezopotamya'nın Diyâr-ı mudar denilen kısmında, Şanlıurfa'nın45 km.
kadar güneydoğusunda bulunmaktadır.
[4] Hâdi’l-Ervâh mukaddimesi. Mektebetü ve Nehdatü’l Hadîse. Mekke-i Mükerreme. Sûku’l- leyl, 3. baskı:1392-1972
[5] Kevserî es-Seyfü’-Sakîl takdîmi:15
[6] En ağır şekilde cerh edilmiş raviler için kullanılan bir tabirdir. Böyle ravilerin rivayetleri hiçbir surette alınmaz.
[7] Takdîm: 14
[8] Ö:863
[9] Es-Seyfu’s-Sakîl Nâşiri : 8
10] İbn-i Receb, Zeylu Tabakâti'l-Hanâbile, 4/448.
[11] 204den naklen, es-Seyfü’l-Meslûl tahkî’i:43,44. Dârü’l-Feth, Ummân-Ürdün.2000, 1. baskı
[12] 116’dan naklen, aynı yer:60
[13] Tabakâtü’ş-Şâfiiyye’den naklen, aynı yer:60-61
[14] Aynı yer:56.
[15] Aynı yer:67-78.
[16] Es-Seyfü’s-Sakîl:26-27.
[17] Şerh-i İhyâ, 8/566’dan nakleden Ebû Ğudde, Er-Ref’ ve’t-Tekmîl hâşiyesi:46. Mektebetü Matbûâti’l- İslâmiyye. 2. baskı.
[18] Asrının biriciği, zamanının tek
adamı, asrın bereketi, zamanın çok zor bulunur adamı, Büyüklüğü ile,
Allahın nâmütenâhî olan yüceliğinin alâmeti.
[19] Yani, insanın Allah’ın “ezelden
beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların
kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması”
inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır.
Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm
olduğu”na inanmamak olacak şey değildir.
Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu,
yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ
siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir”
demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde
yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ,
“Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim
değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık
olarak lâzım getirir. Zîra “cisim olmak”, “organ olma”ya lâzımdır,
ondan ayrılmaz. Sizin bir düşünceniz ikinci bir düşünceyi, o da üçüncü
bir şeyi lâzım getirirse, birinci şeyin, ikinci şey vâsıtasıyla üçüncü
şeyi lâzım getirmesine “açık olmayan” lüzûm derler ki, bu, size aid
“mezheb” olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.