İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil
halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.
Farzelelimki
Peygamber efendimiz "her soruya cevap veririm" diye bir hadisi var bu hadis Said nursi ve taraftarlarınca bir delil teşkil
etmez !!!
Niçin etmez ? etmez çünkü bu sözü Peygamber efendimiz söyleseydi
- Allahın - Vahyin ve Cebrailin muhatabı bir Peygamber söylemiş olurdu ve hiç bir müslümanda bunu yadırgamazdıSaid nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre!
Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. 1
Herhangi ilme sorulan suale bila-tereddüd derhal cevap verirdi.2
Sorulacak suallere cevap vermeye hazır bulunduğu gibi kimseye sual
sormayacağını da beyan ederek bu kararda yirmi sene sebat etti.3
Hiçbir ulemadan soru sormazdı. Yirmi sene daima mûcib kaldı. Bu hususta
kendileri derlerdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkar etmem. Binaenaleyh kendilerinden
sual sormak fazladır. Benim ilmime şüphe edenler var ise sorsunlar onlara cevap
vereyim. Şu halde sormak şüphe edenlerin hakkıdır."4
Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken, "kim ne isterse sorsun" diye,
hârikulâde bir ilânat yapmıştır.
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda,
kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima
muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip
böyle bir İslâm dâhisi, Asr-ı Saadet müstesna şimdiye kadar zuhur etmemiştir.5
O Zât-ı zîhavârık; daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde
bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat
etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla
tereddüt etmeden cevap vermiş, ondört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış
ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve
derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basîret
ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyle "Bediüzzaman" unvan-ı
celîlini bahşettirmiştir.6
İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil
halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.7
(...) o rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla
Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur'anın
tâlim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha
sebavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual
sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.8
-------------------
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (s.a.v.) bile böyle mutlak bir iddiada bulunmamıştır. İmam
Buharî, Sahih’inde İtisam Bölümünün 8. Babını "Peygamber kendisine vahiy
indirilmeyen konularda sual sorulduğunda 'Bilmiyorum' der yahut kendisine o konuda
vahiy indirilinceye kadar, o soruya cevap vermezdi.
Peygamber (s.a.v.):
'Biz sana Kitabı hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm
veresin; hainlerin savunucusu olma!' (Nisâ, 4/105) kavlinden dolayı, rey ile de kıyas ile
de söz söylemezdi." şeklinde isimlendirmiştir. Hemen ardından da İbn Mesud (r.a.)’un
şu sözünü rivayet etmiştir:
"Peygamber (s.a.v.)’e ruhtan soruldu da, o konuda ayet indirilinceye kadar
sükût etti."
Nitekim aynı bapta, Cabir b. Abdullah (r.a.)’ın Hz. Peygamber’e bir soru
sorduğu ve o konuda ayet ininceye kadar Resulullah’ın hiçbir cevap vermediği de
rivayet edilmiştir.
Bu konuda birçok hadis vardır. Örneğin:
Resulullah (s.a.v.):
"Uzeyr’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum, Tübbeu’nun mel'un olup
olmadığını bilmiyorum. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum."
buyurmuştur.9
Cübeyr b. Mut'ım (r.a.) dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.v.)’a:
-Ey Allah’ın Elçisi! Allah, nereleri daha çok sever, nerelere daha fazla
öfkelenir? dedi. Resulullah:
-Bilmiyorum, Cibril (a.s.)’e sorayım, buyurdu. Bunun üzerine Cibril ona gelerek:
-Allah’ın en çok sevdiği yerler mescitler, en fazla öfkelendiği yerler de
çarşılardır, haberini verdi.10
İbn Mace de Sünen’inin Mukaddime’sinde Reyden ve Kıyastan Kaçınma Babı
açmıştır ki, muradı Kitaba ve Sünnete dayanmayan şahsî arzulardan kaçınmak
gerektiğini beyandır. Hemen her hadis kitabında bu anlamda bir bölüm vardır. İşte
mezkur bapta rivayet edilen bir hadis:
"Şüphesiz Allah Tealâ, ilmi insanlara ihsan ettikten sonra (hafızalardan) zorla
söküp almaz. Lâkin insanlardan ilmi, bilgileriyle beraber âlimlerin ruhlarını kabzetmek
suretiyle alır. Artık geride birtakım cahil insanlar kalır. Onlara halk tarafından dinî
sorular sorulur, onlar da şahsî reyleri ve arzuları ile cevap verirler ve böylece hem
halkı dalâlete sürüklerler, hem de kendileri saparlar."11
Bir keresinde Resulullah (s.a.v.)’a hoşlanmadığı bazı şeyler soruldu. Sahabîler
bu soruları çoğalttıklarında Resulullah öfkelendi ve:
"Bana istediğinizi sorun!" buyurdu.12
Resulullah’ın öfkelenmesinin sebebi, kendisine yöneltilen soruların "Babam
kim?", "Devem nerede?" gibi sorular olmasıydı. "Bana istediğinizi sorun" cümlesi,
Resulullah’tan işte böyle bir hâldeyken sâdır olmuştur. Yoksa Said Nursî’ninki gibi her
soruya mutlak olarak cevap verme iddiası olmamıştır. Kaldı ki, kendisi Allah’ın
Resulüdür, vahiyle muhataptır. Allah’ın bildirmesiyle kendisine sorulan sorulara
cevap verebilir.
Allah Resulünün bile böyle bir iddiası olmadığı hâlde, Said Nursî nasıl olur da
her soruya cevap verir, üstelik "tereddüt etmeden" ve "mutlak bir isabetle"?...
Her soruya cevap verme iddiası bir yana, âlimlik iddia etmek bile
zemmedilmiştir. Nitekim, İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: Resulullah’ın:
"'Ben âlimim' diyen, cahildir." dediğini kesin olarak biliyorum.13
Abdullah İbn Mesud (r.a.) demiştir ki:
"Ey insanlar, Allah’tan korkun! Sizden bir şey bilen, bildiğini söylesin. Bilmeyen
de 'Allah bilir' desin. Zira, sizden birinizin bilmediği bir şey için 'Allah bilir' demesi de
ilimdir. (...)"14
İmran b. Hıttan şöyle demiştir: "Ben, Aişe’ye ipek(li giyinmek) hakkında
sordum. Aişe:
-İbn Abbas’a git, ona sor, dedi. İbn Abbas’a gidip ona da sordum. O da bana:
-İbn Ömer’e sor, dedi. Ben de gidip İbn Ömer’e sordum. (...)"15
Aişe ve İbn Abbas sahabenin âlimlerinden olmalarına rağmen, sorulan her
soruya hemen cevap vermemişler, soru soranı başkasına yönlendirmişlerdir.
Şureyh b. Hânî mestlerin üzerine mesh meselesini sorunca, annemiz (r.anhâ)
yine cevap vermemiş ve şöyle demiştir:
"İbn Ebu Talib’e git de ona sor! Çünkü o, bunu benden daha iyi bilir. O,
Resulullah (s.a.v.)’la birlikte sefer ediyordu."16
İmam Gazalî şöyle der:
Ahiret âlimlerinde aranan diğer hususiyetlerden biri de, sorulduğunda fetva vermekte
acele etmemek, ağırdan almak ve kurtuluş yolunu aramak için çekingen davranmaktır. Eğer,
sorulan her suali, Kur'an’ın veya hadisin sarahatinden, icmadan veya kıyastan biliyorsa
cevabını verir, yok eğer şüphe ettiği bir şeyden sorulmuşsa: "Bilmem" der. Eğer, kendi
içtihadı ve tahmini ile zannettiği bir şeyden soruluyorsa ihtiyatî tedbir olarak, varsa daha iyi
bilene havale eder. Akıllılık, bu anlattığımızdır. Çünkü, içtihat tehlikesini yüklenmek büyük
iştir. Haberde şöyle gelmiştir:
"İlim üçtür: Konuşan Kitap, yerleşen Sünnet ve üçüncüsü de 'Bilmem' demektir." (İbn
Mâce, Abdullah b. Ömer’den)
Şabî diyor ki: 'Bilmem' demek, ilmin yarısıdır. Bilmediğinde Allah için sükût edenin
alacağı mükâfat, konuşandan az değildir. Zira bu, nefse en ağır gelen cehaleti kabul etmektir.
Sahabenin ve ilk âlimlerin davranışı böyle idi. Abdullah b. Ömer’den fetva istendiği
zaman: İnsanların işlerini boynuna alan şu emîre git de, bu meseleyi onun boynuna geçir,
derdi. İbn Mesud: İnsanların her sualini cevaplandıran, ahmaktır, derdi. Yine İbn Mesud:
Âlimin kalkanı "bilmem"dir. Eğer kalkanı kullanmakta hata ederse, hasmının silâhına hedef
olur, demiştir. İbrahim b. Edhem diyor ki: Şeytanın en çok gücüne giden şey, âlimin bazı
meselelerde konuşup, bazılarında sükût etmesidir. Şeytan der ki: "Şuna bakın, bunun bu
sükûtu yok mu, konuşmasından benim için çok daha fenadır."
(...) Bazıları da: Hakikî âlime bir mesele sorulduğunda cevabın çetinliğini düşünerek,
dişi yeni çekilen adamın vaziyetini alır, demişlerdir. İbn Ömer (r.a.): Üzerimizden geçip
cehenneme gitmek için bizi köprü yapmak mı istiyorsunuz? derdi. Ebu Hafs Nisaburî: Hakikî
âlim, suali cevaplandırırken, kıyamette "Bu cevabı nereden buldun" diye sorulacağından
korkan zattır, demiştir. İbrahim-i Teymî kendisine bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve:
Başkasını bulamadınız da, bana mı muhtaç oldunuz? derdi. Ebu’l-Âliye, er-Riyahî, İbrahim b.
Edhem ve Süfyan-ı Sevrî ancak iki-üç kişi veya bunu geçmeyen kimseyle konuşurlar ve
cemaat çoğalınca dağılırlardı.
(...) İbn Ömer on meseleden sorulsa, dokuzuna sükût eder de ancak birine cevap
verirdi. İbn Abbas (r.a.) dokuzuna cevap verir, yalnız birinde sükût ederdi. Fakihlerin
"Bilmem" dedikleri, "Bilirim" dediklerinden çok fazla idi. Süfyan-ı Sevrî, Malik b. Enes, Ahmed
b. Hanbel, Fudayl b. İyaz, Bişr b. Haris bunlardandır. Abdurrahman b. Ebu Leylâ diyor ki: Bu
mescitte (Medine Mescidi) Resul-i Ekrem’in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de
kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetva istendiğinde, bunu başkalarına havale
eder ve cevap vermek istemezlerdi. Hatta, birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale
eder, havaleden havaleye tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.
(...) Bir de şimdiki âlimlere bak da, işlerin nasıl tamamen tersine döndüğünü gör.
Çünkü, şimdi kaçınılması gereken aranıyor, aranması gerekenden kaçınılıyor.17
İmam Şafiî dedi ki: Ben, İmam Malik’e kırk sekiz meseleden sorulup da, otuz iki
tanesine "Bilmiyorum" diye cevap vermiş olduğunu biliyorum.18
Selef-i salihinin bu güzideleri, kapılarına pervasızca "Burada her soruya cevap
verilir, kimseye soru sorulmaz" diye levha asanları görselerdi, acaba ne yaparlardı?...
Hiç kimseye soru sormamanın hükmünü de yine âsârdan araştıralım:
Her şeyden önce Allah’ın Kitabı sormayı emretmektedir:
"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!"19
İlim öğrenmenin fazileti hakkında o kadar çok hadis vardır ki, onları burada
nakletmek mümkün değildir. İsteyenler hadis kitaplarının "İlim" bölümlerine baksınlar.
Sadece soru sormak hakkındaki rivayetlerin birkaçını nakledelim:
"İlim hazinedir, anahtarı ise sualdir. O hâlde sorunuz ki, Allah da size rahmet
etsin. Böylece sualle dört sınıf ecir kazanır: Soran, öğreten, dinleyen ve bunları
seven."20
"Ulemadan sor! (...)"21
Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v.), yanlış
fetva verip arkadaşlarının ölümüne sebep olanlar için buyurmuştur ki:
"Onu öldürdüler. Allah da onları öldürsün! Bilmediklerini sorsalardı ya!
Cehaletin şifası ancak sormaktır. (...)"22
İmam Gazalî, bu konuda da şöyle demektedir:
Süfyan-ı Sevrî, Askalân şehrine gitti. Orada bir müddet beklediği hâlde, kendisine bir
şey soran olmayınca, "Bu diyarda ilim ölmüş, artık benim beklememe lüzum yok, vasıta temin
edip gideyim" dedi. Şüphesiz böyle demesi, öğreticiliğin üstün değerine ve faziletine hevesi
ve ilmin devamını sağlamak arzusundandı.
Atâ, "Said b. Müseyyeb’i ziyaret ettim ve kendisini ağlar gördüm. Sebebini
sorduğumda, kendisinden bir şey sorulmadığı için ağladığını söyledi" demiştir.23
Hz. Musa (a.s.)’ya "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sorulduğunda, "Benim"
demişti. İlmi (Allah, en iyi bilendir diyerek) Allah’a havale etmediğinden dolayı, Allah
onu kınayıp azarladı ve ona "Senden daha âlim, kulum Hızır vardır" diye vahyetti.
Musa, onu bulmak için yollara düştü. Ona sorular sordu.24
İşte "ulu’l-azm" bir resulün bile bu konudaki hâli böyleydi...
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda,
kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima
muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip
böyle bir İslâm dâhisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir (Asr-ı Saadet müstesna).25
Hele yenilir yutulur cinsten olmayan şu cümleler, bin dört yüz küsur yıldır her
ilim dalında birçok zahmetle yetişmiş İslâm ulemasına karşı, büyük bir küfran-ı
nimettir:
***
Peygamber Efendimiz ehli kitap hakkındaki bilgilere Allah tarafından vakıftı.
Ayrıca "İstediğinizi sorunuz!" cümlesi nasıl oluyorda "her suale cevap verilir" ile aynı kefeye konulur, oysa Peygamber Efendimiz her suale cevap verilir diye bir iddiada bulunmuyor
Peygamber Efendimiz "her soruya cevap veririm" diye bir hadisi olsa dahi, bu hadis Said nursi ve taraftarlarınca bir delil teşkil etmez !!!
Niçin etmez ?
Çünkü bu sözü Peygamber Efendimiz söyleseydi Allahın ve Cebrail'in muhatabı bir Peygamber söylemiş olurdu ve hiç bir müslümanda bunu yadırgamazdı
Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre!
Sonuç: Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre , "her suale cevap verririm" iddası boş bir iddiadır, heleki bunu söyleyen yarı ümmi, mederese okumamış, hocası olmayan , şeyhi olmayan , icazeti olmayan, masonlara üstadım diyen , İslam Halifesi Abdulhamid Hanın düşmanlarının safında olan biri söylemişse gerisini düşünmeyi sizlere bırakıyoruz !!!
-----
Dipnot:
1 Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua
2 Tarihçe-i Hayat, 34, İlk Hayatı; İctimâi Reçeteler I, 11, Tarihçe-i Hayat/Rü'ya.
3 Tarihçe-i Hayat, 37, İlk Hayatı/O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış; İctimâi Reçeteler I, 14, Tarihçe-i Hayat/O
Zamandaki Hayatları Şöylece Tasvir Olunur.
4 İctimâi Reçeteler I, 23-24, Tarihçe-i Hayat/Ders; Tarihçe-i Hayat, 44, İlk Hayatı.
5 Sözler, 702, Teşrin-i Sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
6 Tarihçe-i Hayat, 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir; Şuâlar, 524, Onbeşinci
Şuâ/Elhüccetü’z-Zehra/Risale-i Nur Nedir? ve Hakikatlar Muvacehesinde Risale-i Nur ve Tercümanı Ne
Mahiyettedir Diye Bir Takriznâmedir.
7 Tarihçe-i Hayat, 47, İlk Hayatı.
8 Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı.
9 Ebû Dâvud, Sünnet, 14/4674.
10 Abdülazîm b. Abdelganî b. Abdillah, Ebû Muhammed Zekiyyuddîn el-Munzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb: Hadislerle
İslâm, çev. Heyet, Hikmet Yayınları, İstanbul 1989, 1/329. Hadisi Ahmed, Ebû Ya‘lâ, Hâkim ve Bezzâr rivayet
etmişlerdir. Lâfız Bezzâr’ındır. Hâkim: Hadisin isnadı sahihtir, dedi. Ayrıca bazı değişikliklerle Taberânî ve İbn
Hibbân da rivayet ettiler.
11 İbn Mâce, İ‘tisâm,3/22.
12 Buhārî, İ‘tisâm, 3/22.
13 Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 1/191. Hadisi, Taberânî rivayet etmiştir.
14 Müslim, Sıfati’l-Munafikīn ve Ahkâmihim, 7/39; Buhārî, Tefsîr, 30/294.
15 Buhārî, Libâs, 25/53.
16 Müslim, Tahâre, 24/85.
17 Gazâlî, İhyâ, 1/177-180.
18 Gazâlî, İhyâ, 1/72.
19 Nahl, 16/43.
20 Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Râmûz el-Ehâdîs, çev. Abdülaziz Bekkine, Milsan 1982, 1/223. Hadisi Ebû
Nuaym, er-Râfiî ve İbn Asâkir rivayet etmişlerdir.
21 Râmûz, 1/295. Hadisi Hâkim rivayet etmiştir.
22 Ebû Dâvud, Tahâre, 125/336. Hadisin ravilerinden Zübeyr b. Harîk’in kuvvetli olmadığını Dârekutnî söylemiştir.
İbnü’s-Seken ise, bu hadisi sahih görmüştür. (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi,
Kahraman Yayınları, İstanbul 1982, 2/244.) Hadis, Abdullah b. Abbas (r.anhuma)’tan da rivayet edilmiştir. (Ebû
Dâvud, Tahâre, 125/337; İbn Mâce, Tahâre ve Sünenihâ, 93/572.) İsnadının munkatı olduğu Zevâid’debelirtilmiştir. Beyhakî de, hadisi müteaddit tariklerden rivayet ederek, onun zayıf olduğunu söylemiştir. (Hatipoğlu,
age, 2/243-244.)
23Gazâlî, İhyâ, 1/37.
24 Buhārî, Tefsîr, 196/246.
25 Sözler, 702, Teşrin-i Sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.