Said Nursî ve şakird’leri,
Cevşenü’l-Kebîr veya Cevşenü’l-Sagîr’i tanıtırken, “Hazreti Peygamber Salla’llâhu Aleyhi ve sellem’e Cebrail
Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve zırh’ı çıkar bunu oku dediği ve binbir
Esmâ-i İlâhiye sarîhan ve zımnen işaret eden gâyet yüksek ve çok kıymettâr bir
müncaat-ı Peygamberî’dir ki, Zeyne’l-Âbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet
edilmiştir,” diyorlar.
Yukarıdaki ta’rif, “Allah
tarafından bir melek (Cibril-ü Emîn) tarafından indirilen ve Peygamber’e
okunan, “Vahy-i Metlû” (tilâvet olunan, okunan vahiy) ki, bu doğrudan Kur’ân’ın
ta’rifidir. Yalnız bir şeyin tam ta’rifi, o şeyin “Efrâdını Câmi, Ağyarını
Mâni,” olmalıdır. Nitekim, onu da tamamlıyorlar, “Zeyne’l-âbidîn tarafından tevâtürle rivâyet edilmiştir.” İşte, Kur’ân’ın tam ta’rifi... Ne var ki, Said Nursî ve
şakird’ler, İslâmî ilimlere en azından bir mızraklı ilmihâl seviyesinde sahip
olmadıklarından asgarî bir hadis usûlünde çakmışlardır. İslâmî ilimlere
birazcık vukuf kesbedenler bilirler ki, tek bir kişinin rivâyet ettiği,
tevâtür, meşhûr olmaz, ancak Haber-i Vâhid olur. Haber-i Vâhid ile rivayet
edilenler, başka delillerle te’yid edilmemiş ise dâima şüpheyle karşılanır.
Kaldı ki, bütün Hadis Külliyatı arasında, “Hadis-i Cibrîl” gibi tevâtürle sabit olan hadis sayısı pek azdır, güvenilir kaynaklar, tevâtürle sâbit olan hadis sayısını 19 adet olarak vermişlerdir.
Tevâtürle sabit olan Hadis-i Şerif’leri inkâr etmek de tıpkı, “Vahy-i Metlû” olan, Âyet-i Kerimeleri inkâr etmek gibi küfrü muciptir.
Hâşâ! Sümme Hâşâ! Said Nursî ve şakird’lerin ifade ettikleri gibi, Cevşenü’l-Kebîr ta’rif ettikleri gibi, Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilmiş ve tevâtürle rivâyet edilmiş olsaydı, elbette Kur’ân’dan bir âyet-i Kerime olurdu.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyet’lerden herhangi birisini âyet saymamak, hükmünü inkâr etmek nasıl küfür ise, Kur’ân’da olmayan, âyet niteliği taşımayan herhangi bir metni kutsallaştırmak, ona âyet hüküm vermek de küfürdür.
“Şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir Resûlün sözüdür.” (Resûl, elçi, Peygamber veya Cebrail vasıtasıyla tebliğ edildiğinden, “söz” Resûle (elçiye) nisbet edilmiştir.)
“Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz?” “Bir kâhin sözü de değildir (o), ne de az düşünüyorsunuz!” “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” “Eğer (Peygamber) bize atfen ba’zı sözler uydurmuş olsaydı.” “Elbette Onu kıskıvrak yakalardık.” “Sonra onun can damarını koparırdık.” (Onu yaşatmazdık) “Hiç biriniz buna mâni olamazdınız.” “Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir nasîhattir (öğüttür)..” (Hâkka Sûresi 69/40-48)...
Doğrudan vahy’e muhatap, Peygamber hakkında, “Allah tarafından vahyedilmediği halde, kendiliğinden tek bir kelime bile uydurmuş olsaydı, onu kıskıvrak yakalar, can damarını koparır hayatına son verirdik” buyuruyor.
İYİ DE BU CEVŞEN NEME NE BİR ŞEYDİR?
Cevşen, Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözcükte “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamına gelmektedir. Şîa kaynaklarınca, İmam Mûsâ el-Kâzım’dan i’tibâren, imamlar tarıkiyle Haz.Peygamber’e nisbet edilen yaklaşık 15 sahifelik bir metindir ki, bu metnin özeti, Said Nursî ve şakird’lerin de iddia ettiği gibi, “Uhud Muharebesinin kızıştığı ve üzerindeki zırh’ın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Haz.Peygamber, ellerini açarak Allah’a du’a etmiş, bunun üzerine sema’nın kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu du’ayı okumanı istiyor. Bu du’a hem sana hem de ümmetine zırh’tan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” demiştir.
Cevşen’le alakalı olarak, ehl-i Sünnet kaynaklarında, Ehl-i Sünnet’in Hadis Külliyatında, en sahih Hadis Külliyatı olarak kabul edilen, Altı Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte), herhangi bir rivâyet bulunmadığı gibi, genellikle mevzu kabul edilen, 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında yazılan, tergîp ve terhîp için (teşvik ve korkutmak için) yazılan me’vize kitaplarında bile (Ruviye), kimin rivayet ettiği, kimden rivâyet edildiği belli olmayan (rivâyet olunmuştur) tarzında yazılan kitaplarda bile bulunmayan, tamâmen bir Şîa palavrasıdır.
Ayrıca, Cevşen adıyla bir du’â’nın hiçbir ehl-i Sünnet kaynağında bulunmamasının yanında, Şiî hadis Külliyatının ana kaynağı kabul edilen, Kütüb-ü Erbaa’da da bulunmaması, sadece du’a mecmuaları gibi ikinci dereceden Şiî kaynaklarda mevcut olması da şâyan-ı dikkattir.
Kaldı ki, bizzat Said Nursî’nin kendisinin, Cevşen-i Kebir’in faziletleri ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkında şüpheye düşen bir zata vermiş olduğu cevapta, genel olarak du’â’nın muhtevâsının güzelliğinden bahseder, fakat metnin kaynağı ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkındaki suallere cevap verememiştir.
Diğer yandan, Cevşen-i Kebîr’in faziletiyle alakalı olarak nakledilenlere gelince, Allah’ın insanlara verdiği imkân ve kabiliyetler, ona bahşettiği haklar, yüklediği vazifeler karşısında, sadece bir du’a okumakla dünya ve âhiretteki bütün şerlerden (kötülüklerden) korunup saadete ermesi, İslâmiyet açısından, hattâ ve hattâ, bütün bâtıl inançlar açısından asla mümkün değildir. Ayrıca, her bölümünde sadece tevhidi vurgulayan ve yoğun kudsî duygularla örülmüş bulunan bir du’â’nın iman etmeyen, hele hele teslis akîdesine sâhip, müşrik Hıristiyanlar için ne anlamı vardır. (Teslis umdesine sahip, müşrik Hıristiyanlardan ba’zıları, ceplerinde Cevşen taşıdıklarını ve Cevşen okuduklarını açıklamışlardı.)
Yine Şîa palavralarına göre, Cebrail Aleyhisselâm Haz.Peygamber’den bu du’a’yı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere (Said Nursi ve şakird’leri olmalıdır), ta’lim etmesini istemiştir. Fe Süphâne’l-Allah! Bu du’a, mü’min-kâfir herkesin kolayca vakıf olabileceği bir açıklıkta literatüre girmiştir. Böyle olunca, mü’minler ve takvâ sahibi olanların dışında kalan insanlar’dan gizli tutulması ne mümkün...
Bu du’â’ların muhtevası bakımından bir şeyler söylemek mümkün de değil, doğru da olmaz. Zirâ du’a’lardan herbiri Allah’ın isim ve sıfatlarından 10 tanesini ihtivâ eden uzunca du’a’lardır.
Müşkül olan, bu metinlere kudsiyet izafe edilmesi, bu du’â’lara çok büyük faziletler yüklenmesi, bu du’â’lar sâyesinde dünya’da ve âhirette çok büyük sıkıntılardan kurtuluş’a erişilmesi inancıdır. Hazreti Cibril’in, Hazreti Peygamber’e Cevşen du’â’sının önemi ve faziletleri hakkında geniş bilgi verdiği kaydedilir. Buna göre; Allah, Cevşen-i Kebîr’i dünya’yı yaratmadan 50.000 yıl önce arş’ın direkleri üzerine yazmıştır. Bu du’â’yı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünya’da her türlü belâ’dan, âfet, hastalık, yangın ve soygunlardan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münacatta bulunan kimseye Bedir şehid’leri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu du’â’yı kefeninin üzerine yazdıran mü’min ise azap görmez. Bunu okuyan kimse dört kitabı okumuş gibi sevap kazanır. Her harfi için kendisine iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinden bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; aslâ cehenneme girmez.
Pes doğrusu! Sadece bu du’â’yı okumak insanları bütün ibâdetlerden, evrâd, ezkâr ve her nev’i mükellefiyetten müstağnî kılar...
Said Nursî, adına ister Cevşenü’l-Kebîr desin, isterse Cevşenü’l-Sağîr desin “bu du’â’yı ben tertip ettim” deseydi ya da şakird’ler “bu du’â’yı bizim üstadımız tertip etmiştir,” deselerdi, herhangi bir problem yoktu. Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî bütün belâ ve felâket’lerden, azap’tan kurtuluşu, Cenneti ve Cemalu’llâh’ı sadece bu du’â’ya bağlarsanız, bu du’â’lara kudsiyyet izafe ederseniz. İşte felâket buradadır.
Kaldı ki, du’â’ların Allah tarafından kabul edilip edilmemesi, okunan du’â’ların lafızları, ma’naları, uslubu ve tarzıyla değil, du’â edenlerin huşû’u, huzu’u, zühd-ü takvası, ihlas ve samîmiyetiyle yakından alakalıdır.
Hem sonra, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah tarafından Sevgili Peygamber’imize vahyedilen du’â örnekleri vardır. Ayrıca, Peygamberlerden, Haz.Âdem’in, Hazreti Nuh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Eyyûb’un, Hazret-i Yunus’un Rabbilerinden telakkî ettikleri me’sur du’â’ları da vardır.
Ayrıca, Sevgili Peygamber’imizin sahîh rivâyetlerle bizlere ulaşan me’şûr du’â’ları da vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsı’nın, Turuk-u Âliye kutuplarının tertip ettikleri “Evrad-ı Ezkâr” dururken, Cevşeni, hâşâ, sümme hâşâ Kur’ân-ı Kerim’den de öne çıkarmak neyin nesidir?
Ehl-i Sünnet Uleması’nın, Turuk-u Âliye mensuplarının büyük bir dikkatle tevakkî ettikleri, bir Şîa uydurmasına ve palavrasına, Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin ba’zı edi’yye ve ezkârı bir araya getirdiği, “Mecmuatü’l-Ahzab” adlı du’â risâlesine Cevşen’i de alması düşündürücüdür.
Said Nursî’nin ve şakird’lerin pek sevdiği bir ta’birle, “Ve Fîhi Nazar,”.. Buraya bakılması, buraya dikkat edilmesi gerekir, diyorum. Bakacağız....
M.A
11 Haziran 2012
11 Haziran 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.