29 Şubat 2012 Çarşamba

Peygamberimizi ve İslam büyüklerini ziyaret ve onlarla tevessül



Her sözüne itimad edilecek, kendisine salât ü selam getirilecek ve kendisiyle tevessül edilecek ilk kişi şüphesiz kiPeygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Allah indindeki derecesi de bütün yaratılanların derecesinin üstündedir. Onun için hem sevgili Peygamberimiz’le hem O’na tâbî olduğu için yüksek derecelere eren mübârek zâtlarla kıyamete kadar tevessül edilebilir.

Tevessül, -bilindiği gibi- mübâ-rek bir zatı vesile edinerek Allah’tan istekte bulunmaktır. Tevessül, hayatta olan kimselerle de olur vefat etmiş kimselerle de. Çünkü Peygamberler ve sâlihler vefat etmekle, Allah indindeki dereceleri yok olmaz. Sadece peygamberleri vesile edinip onla-rın vesilesiyle Allah’tan istemenin câiz olduğunu, başkalarıyla te-vessülün ise câiz olmadığını söylemek isabetli olmaz. 

Buhârî’nin Enes radıyallâhü anhu’den rivâyet ettiği bir hadisi şerifte bildiriliyor:
Peygamberimiz’in vefatından sonraydı. Kıtlık vardı. Hazreti Ömer, Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas ile tevessül etmiş ve şöyle duâ etmişti: Yâ Rabbi! Biz sana Resûlün Muhammed aleyhisselâm ile tevüssül eder-dik. Sen de bize yağmur ihsan ederdin. Şimdi ise senin Peygamberinin amcası ile sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsan buyur.”
Bunun üzerine bol miktarda yağmur yağmıştı.Daha sonraki zamanlarda da asırlarca, ihtiyaçların giderilmesi için kabirlerdeki salih zatlarla tevessül edilmeye devam edildi. Zira müslümanlar inanırlar ki, Allah’ın bu has kullarının, rableri indinde bir değerleri olup bu kullar Allah ile kulları arasında vasıtadırlar. 

Yukarıdaki hadis-i şerifi delil getirerek, sadece hayatta olan-larla tevessül edilir, vefat eden-lerle edilmez demek doğru olmaz. Nitekim müslümanlar İslam âlemindeki büyük zatların kabirlerini devamlı ziyaret etmekte, bu ziyaretlerle bereket ummakta, bekledikleri bereketlere de kavuş-maktadırlar. Çünkü Peygamberimiz gibi sâlihlerin bereketleri de hayat-larında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Bir müslümanı ziyaret etmenin sevap olduğunu izaha lüzum olmasa gerektir. Sıradan bir müslümanı ziyaret etmenin manevî mükâfatı olursa, Peygamberleri ve sâlihleri ziyaret etmenin haydi haydiye mükâfâtı olacaktır. Nitekim Allah dostlarını ziyaretin sevap olduğunu bütün müslümanlar bilmektedirler. Bildikleri için de hayatta olmadığı için Peygamberimiz’in kabr-i şeriflerini, Allah dostu olarak bilip tanıdıkları zâtların da kendilerini ziyarete giderler.

Allah dostlarının hayatlarıyla vefatları arasında hiç bir fark olmadığı da malum. Bunu düşününce, mübârek zâtların kabirlerini ziyaret etmenin sevap ve fazileti de kendiliğinden anlaşılmış olacaktır.
Sâlihlerin kabirlerini ziyaret etmek, orada duâ etmek, onlardan şefaat istemek, dinin önderi âlimler tarafından kabul edilen şeyler-dendir.

Bu ziyaretlerde alçak gönüllü ve acziyet içinde olunmalıdır. Kendisinin muhtaç ve âciz bir  kul olduğu hatırdan çıkarılmaz. Günahların bağışlanması ve hâcetlerin veril-mesi için ziyaret edilen zât ile tevessül edilir. Onların rûhâniyeti ile Allah’ın rahmeti dilenir. Mâneviyât erbâbı İslam büyükleri, kendilerini vesile edinenleri geri çevirmezler. Onların ziyaretine gidenler boş gitseler dolu dönerler.

Vefat etmiş olsa da, ziyaret edilen İslam büyüklerinin ziyaret edenleri bildiğini unutmamak lâzımdır. Peygamberimiz, “Mü’-min Allah’ın –kendisine bahşet-tiği- nuru ile bakar. Allah’ın nurunu  da hiç bir şey perdeleyemez” buyuruyor. Bu kabiliyet hayatta olan mü’minler içindir. Kalbinde nur olan mü’min hayattayken böyle olursa, âhirete intikal ettiğinde nasıl olacağını düşünmek lâzımdır.

Bu biliş ve farkında oluş sadece ziyaret zamanına mahsus değildir. Nitekim hiç bir gün yoktur ki ümmetinin yaptıkları sabah-akşam Peygamberimiz’e arz edilmemiş olsun. Bunu en iyi bilenler de yine bildiğimiz İslam büyükleridir. Onla-rın halleri bizim için birer ölçüdür. Buna bir misal verelim:
Mâlikî mezhebinin imamı İmam Mâlik Hazretleri Resûlüllah’ı ziya-ret için Medine’ye geldiğinde, binmesi için kendisine bir katır getirilmişti. Çünkü yürüyemiyordu. İmam Mâlik bu katıra binmedi ve şöyle dedi:
“Resûlüllah’ın mübârek a-yaklarıyla bastığı bir yeri katırın ayaklarıyla çiğnemek bana lâyık değildir.” 
Böylece Medine’ye Peygamberimiz’in kabr-i şeriflerine kadar iki ayağına elleriyle dayanarak zorla yürüyüp gitmişti.

Medine’ye Mescid-i Nebevî’ye geldiğinde, Resûlüllah’a doğru mu yoksa kıbleye doğru mu dönülmesi gerektiği sorulmuş, İmam Mâlik, “O senin ve baban Âdem Aleyhisselam’ın vesilesidir. Nasıl olup da yüzünü ondan başka bir tarafa çevireceksin?” 

Peygamberlerle sâlih zatlar arasında, kendilerinden şefaat istemek ve onları vesile edinmek hususunda fark yoktur. Hepsi de câizdir. Peygamberlerle onlar arasında sadece mânevî derece farkı vardır. Peygamberlerin sâlih zatlardan üstünlüğünü bütün müslümanlar bilirler. Yine bilirler ki, peygamber olmayan hiç bir kimse peygamber derecesine ulaşamaz.

Hem Ibni Kemâl diye anılan Şeyhulislâm Kemalpaşazâde’nin 40 Hadis’inde hem de Sadreddin Konevî’nin 40 Hadis’inde geçen bir hadis-i şerifin mânası şöyle:
“Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.”
Bilhassa zamanımızda bazıla-rının buna hadis değildir, uydurmadır şeklindeki itirazları biliniyor. Ancak, bu itiraz sadece kendilerini bağlar. Bu itirazla kârları da bahsedilen mânevî yardımdan mahrum kalmaktan ibaret olur.

Kaldı ki, eserlerine bunu hadis kaydıyla alan zatlar, beynel ulemâ, ilimleri müsellem olan kimselerdir. Bir mâneviyat büyüğü olan Sadreddin Konevî Hazretleri olsun, Osmanlı’nın en şa’şaalı devrinde kendisine şeyhulislâmlık makamı tevdî edilen İbn-i Kemalpaşa olsun, bu zâtların yazdıklarına itiraz etme-den önce kendileri hakkında biraz değil, uzun müddet düşünmek icap eder.

Bununla ne demek istediğimizi yani şeyhulislâmlığın ne derece büyük bir ilim istediğini biraz açmaya çalışalım:
İstanbul’daki Süleymâniye câ-miinin ismini ve şânını, görme-yenler bile bilirler. Osmanlılar zamanında Süleymâniye’ye I-mam olabilmenin şartları o kadar ağırdı ki, bu şartlar tahminlerin üstündeydi. Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimleri hariç tutacak olursak, diyebiliriz ki, bugünün Diyanet İşleri Başkanları o zamanda yaşasalardı Süleymaniye câmiine imam olmaları çok çok çok zor olurdu…

Bunun üzerine şunu da bilelim: Süleymâniye’den üstte Ayasofya imamlığı var. Ondan sonra İstanbul kadılığı, ondan sonra Anadolu kazaskerliği, ondan sonra Rumeli kazaskerliği, ondan sonra da Şeyhulislâmlık var…
İbn-i Kemâl Paşa rahmetülllâhi aleyh öyle âlim bir zat ki, Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde şeyhulislamlık yapmıştır. “Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz” ifadesinin kitabına hadis kaydıyla alan işte böyle bir âlimdir…

Bu zatın maddî ilim cihetinden durumu bu. Bir de mânevî tarafı var. Kendisi zülcenâheyn/iki kanatlı idi. Müftîüssekaleyn idi. Hem insanlara hem cinlere fetvâ veren bir zattı. Türbesi Edirnekapı’dadır. Allah bizleri şefaatine nâil eylesin. Âmîn… 

Sadreddin Konevî Hazretleri ise Osmanlılardan önce yaşamıştır. Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin üvey oğludur. Şeyhulislâm değil-dir ama, o da iki kanatlıdır. O da bir mâneviyât eridir. Hem maddî hem mânevî ilimlerde ummandır…

Kaldı ki, “Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz”  sözü hadistir diyen sadece bu iki zat da değildir. Mâneviyat büyüklerinin hiç biri, “bu söz hadis değildir” dememiştir.
Bunu inkar edenler, mâneviyâtı da inkâr eden, inkâr ettiği için mâneviyât yoluna sülûk etmeyen, etmediği için de kalbine bir damla olsun nur ve feyiz damlamamış olanlardır. Allah hidayet versin…  

İslâm I’tikâdına göre, Allah’ın yarattıkları içinde en üstün varlık Peygamberimiz’dir. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem gökteki arş, kürsî ve Beyt-i Ma’mur’dan ve yerdeki Kâbe-i Muazzama’dan efdaldir. Onun mübârek vücudunun bulunduğu yerin yani Medine’nin toprağı şifadır.

Evi/kabri ile minberinin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. O mekân cennete naklolunacaktır. Aynı zamanda orada yapılan her hayırlı iş ve yapılan ibâdet sahibine cennette bir bahçe kazandırır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.