23 Şubat 2012 Perşembe

Tasavvuf Müdafası


TASAVVUF MÜDÂFÂSI -I-

Giriş; bu makaleyi niçin yazdık?

İslam Alemi, Osmanlı’nın imzaladığı Karlofça antlaşmasından itibaren siyasi bir gerileme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte, Müslümanlar muhtelif fikir çatışmaları yaşadılar. Ancak su götürmez bir gerçek olarak söylemek gerekir ki üç asırlık dönemde, mutasavvıflar kadar acımasız, sert ve insafsız tenkide uğrayan bir başka zümre yoktur.

Asr-ı Saadette ve Selef-i Salihin devrinde, İslamî İlimler bugünkü gibi dallara ayrılmamış, sınırları çizilmemişti. Zaten o devirde, ilim tahsili bugünkü gibi de değildi. Selef uleması, ilmi başkaları için değil kendi kemalatları ve yaşantılarını düzeltmek için tahsil ediyorlardı. Ne amelî ne itikadî mezhepler vardı, ne de tarikatlar mevcuttu.

Bu devrede tasavvuf, zühd hayatı olarak algılanmış ve yaşanmış, zaman içinde sistemleşmesini tamamlamış ve bugünlere ulaşmıştır. Bu tarihsel süreç; fıkıh için de, hadis için de böyledir. Zaman içinde fıkıh ilmi nasıl sistemleşip mezhepler zuhur ettiyse, tasavvufun da sistemleşmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir

İslam Coğrafyasını bir uçtan bir uca dolaştığınızda, göze çarpan şey çoğunlukla tasavvufi nefeslerdir. Ümmet-i Muhammed'in 1400 senelik tarihinde, tasavvuf ilmi kadar yaygın alaka gören bir başka ilim olmadığı gibi; asrımızda da tasavvuf kadar tartışılan bir başka ilim dalı olduğunu söylemek çok zordur.

Orta Asya steplerinden, Basra çöllerine; Mağribden Tuna boylarına kadar ümmetin ayak seslerinin duyulduğu her yerde, mutasavvıflar da vardır. Orta Asya steplerinde ‘Pir-i Türkistan’ olur tasavvuf. Göçebe Kırgız ve Kazakların sinelerine İslamî nefesleri, hikmetleri saçar Hace Ahmed Yesevi (ks). Divan-ı Hikmet’i bugün bile okunur. İnsanlara Hakk’ı ve hakikati aşılamaya devam eder. Buhara’da Şah-ı Nakşibend (ks) olur. Kalpleri Allah kelamıyla dantel dantel işler. İşlediği kalplerin esintileri günümüzde bile ölü gönülleri diriltmektedir.

Gah Necmeddin-i Kübra (ks) olur. Kılıç elde cihada çıkar putperest Cengiz Han’a karşı. Kanı sular toprakları. Bazen Hindistan’da İmam-ı Rabbani (ks) olur. İkinci bin yılın müceddidi olmakla kalmaz; o devrin çile ve direniş timsali olur. Ekber Şah’ın İslam’dan, Budizm’den ve Hıristiyanlık’tan devşirdiği ‘Din-i İlahi’ adlı uydurma dinine geçit vermez. Dahası Mektûbat’ı bugün bile ümmetin başvuru kaynağıdır.

Libya'da Ömer Muhtar'dır (r.aleyh) tasavvuf. Senusiyye Dervişleri, Ömer Muhtar'ın liderliğinde şimşek olur İtalyanların üstüne. Kafkaslar'da Gazi Muhammed'dir (r.aleyh); Şeyh Şamil'dir (ks). Şimşeklerin adı bu sefer Nakşibendiyyedir. Mısır'da Hasan el Benna'nın (r.aleyh) şahsında kıyam eder Şazeliler. İhvan-ı Müslimin sonradan tasavvuf karşıtı bir olguya dönüşse de aslında bir Şazeli dervişi Şehid Hasan-el Benna’nın kurduğu teşkilattır.

Basra çöllerinde Ahmed-Er-Rufai olur; Bağdat’ta Abdulkadir Geylani; Endülüste Muhyiddin-i Arabi. Macaristan’da Gül Baba’dır; Dobruca’da Sarı Saltuk. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı’dan 150 sene önce salmıştır Sarı Saltuk’u Romanya’ya. (Allah sırlarını âlî eylesin)

Sadece cihad da önder değildir dervişler. Hangi ilim dalına bakarsanız bakın bir sufi tacı göreceksiniz. Şeyh Galib'i mi sayalım yoksa Itriyi mi? İsmail Hakkı Bursevi'yi mi söyleyelim, Aziz Mahmud Hüdayi’yi mi? (Allah sırlarını âlî eylesin) Her asırda İslam coğrafyasına mührünü tasavvuf vurmuştur. Bir iki istisna hariç tutulursa (Kadızadeliler gibi), yıllarını ilme vermiş ulemadan itiraz da yükselmemişti tasavvufa.

Çıkarın sufileri tarihten, bakalım geriye ne kalacak?... Mevlana'yı Konya'dan; Şeyh Şaban-ı Veli'yi Kastamonu'dan alın. Bakalım ortada ne kalacak? Fatih'e Konstaniyye sevdasını aşılayan Bayrami Şeyhi Akşemseddin değil miydi? (Allah sırlarını âlî eylesin)
İstanbul'un manevi fatihi başkası mıydı? Geçmiş böyle de bugün farklı mı sanki?

Tanzimat’la başlayan Batılılaşma ve Avrupalılaşma rüzgarlarının önündeki setler değil miydi meşayıh? Sahi, I. Dünya Savaşı’nda Ruslara ve Ermenilere karşı Bitlis’te dervişleri ile beraber silaha sarılan Nurşinli Şeyh Muhammed Diyauddin (ks)’ya bizzat Atatürk teşekkür mektubu göndermemiş miydi?

Mehmed Zahid Efendi; rahlesinde iki cumhurbaşkanı, dört başbakan, sayısız bakan ve milletvekili yetiştirmişti. Süleyman Hilmi Efendi'nin Arapça ve Kur’an öğretme gayretini; Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve takipçilerinin sünnete ittibasını; Seyyid Abdülhakim Hüseyni'nin alkolikleri adam etmesini görmezlikten gelebilir misiniz? Alın bakalım Necip Fazıl'ın kalbinden Seyyid Arvasi'yi? Ortada ‘Çile’ mi kalacak ‘Çöle İnen Nur’ mu? (Allah sırlarını âlî eylesin)

Her alandaki manevi ve kültürel birikimi, bir kalemde İslam dışına itmek, ne iman ve insaf sahibi insanların, ne de vicdan ve izanı olan şahısların yapacağı bir iştir. Ancak, son dönemde türeyen bazı guruplar var ki, tasavvufu İslam dışı gösterme gayreti içerisindedirler. Özellikle bu görüş sahiplerine ve onlardan etkilenerek tasavvufa şüpheyle bakan kişilere cevap olması bakımından, bir kaç sayı devam edecek bir yazı dizisi hazırlamak istedik.

Bu tür bir gayret içerisindeki zümrelerin hepsini aynı kefeye koymak elbette doğru değildir. Bir kısmının tasavvuf karşıtlığı, cehaletten veya kulaktan duyma sözlerden ibarettir ki izalesi gayet kolaydır. Bu anlayışta olan Müslümanları ilmi ve akli deliller göstererek aydınlatmak mümkündür.

Bir diğer zümre ise meşrebi görüşlerinden hareket etmektedir. Kendilerini ‘tevhidi çizgi’ olarak tarif eden bu kategorideki gruplara baktığımızda, temel anlamda tasavvufu anlamaktan uzak, ayetlerin iniş sebebini gündeme getirmeyen, siyak-sibak (öncelik-sonralık) bütünlüğüne önem vermeyen bir anlayışta olduklarını görürsünüz.

İleride tekrar değinmek üzere kısa bir örnek verelim ki Bedir’de ölen müşrikler hakkında inen bir ayeti, müminler hakkında kullanmaktan çekinmezler. Bahse konu ikinci kategorideki kişilerin eserlerinde, geçmiş ulemaya atıfların hemen hemen hiç yapılmadığı veya sınırlı sayıda, uç noktada denebilecek ulemadan nakil yapıldığı göze çarpar.

Biz bu yazı dizisinde, batılı tasvir etmekten, hatalı görüşleri dile getirmekten özellikle kaçınmaya dikkat ettik. Doğrudan doğruya tasavvuf ehline en çok sorulan soruların cevapları üzerinde durduk. Şunu da ifade edelim ki tasavvufu tam olarak anlatmak, ne bizim nakıs bilgimizle yapabileceğimiz bir iştir, ne de dergi sayfaları bu iş için yeterlidir. Bu çalışma, sadece Kur’an ve Sünnet’te tasavvufun izini sürmekten ibarettir.



Tasavvuf ehli neden bu kadar çok zikreder?

Mutasavvıfların en çok karşılaştıkları suallerden bir tanesi budur. Neden çok namaz kılmıyorsunuz veya Kur’an okumuyorsunuz da zikrediyorsunuz? Elbette bu soruyu soranların bir kısmı, Kur’an’ın bir isminin de ‘zikr’ olduğunu bilmiyor olabilirler. Ancak, sufilerin kalp ve dil ile yaptıkları zikr, hem Kuran tilavetinden hem de namaz ibadetinden farklı bir ilahi emirdir.

“Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve benim zikrim için namaz kıl.” (Taha, 14)

Bu ayet-i celilede, namaz da ‘zikrullah’dan sayılmıştır. Namaz kılmanın bir hikmeti de Mevla Teala’yı zikretmektir. Ancak esas anlamda ‘zikrullah’ (Allah’ı zikretmek) namazdan başka manaları da kapsar ki:

“O korkulu zamanda namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa, 103)

Görülmektedir ki Allah-u Teâlâ, bu ayet-i celilede umumi namaz ile zikri birbirinden ayırmıştır ve kendisinin zikrine her halde ve durumda devam edilmesini istemiştir. Elbette her emr-i ilahi de olduğu gibi bu emirde de pek çok ilahi hikmetler ve faydalar gizlidir. Ancak kişinin her ahvalinde devam etmesi istenilen zikir, muhakkak ki insan ruhuna pek çok hassalar kazandıracaktır.

“Ey iman edenler! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab, 41- 42 )

Dikkat edilirse, Kur’an’da ne namaz, ne de oruç ya da hac gibi hiçbir ibadet için ‘çokça yapın’ diye bir emir yoktur. Bu tür bir emir, sadece zikr-i ilahi için gelmiştir. Elmalılı Hamdi Efendi’nin beyanına göre, tesbih, zikirlerin temelidir ve ‘sabah–akşam’ denmesinin sebebi de devam anlamında kinayedir. Bu ayetten maksat; sufilerin ‘zikr-i sultani’ olarak isimlendirdikleri, her daim Allah’ı zikretme ve nefsin bir an bile O’ndan gafil olmaması halidir. Zikir konusuna ileri de daha detaylı döneceğiz. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Neden özellikle istiğfar edilir? Neden mürşidle birlikte tövbe edilir?

“Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)

Kurtuluşun, felaha ermenin anahtarlarından birisi olarak bizlere günahlarımızdan tövbe etmemiz gösterilmiştir. Ayrıca, bu ayette ima edilen kurtuluşu Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav) şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona, her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”(1)

‘İsmet’ sıfatı ile mücehhez, yani günaha düşmekten korunan Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Vallahi ben, günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim“ buyurmuşlardır.(2) Bir başka hadiste de Efendimizin (sav) tövbe sayısı, yüzden fazla olarak beyan edilmektedir.(3)

Alemlere rahmet olarak gönderildiği Allah’ın kelamıyla sabit olan Rahmet Nebisi, günde yüz defa ‘istiğfar’ ediyorsa, günde yüz defa Allah’tan af ve bağışlanma diliyorsa; bizler gibi günahtan korunmamış, aciz ve gafil kulların kaç defa ‘istiğfar’ etmeleri gerekir, bunu takdirlerinize bırakıyorum.

Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir.

“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 2)

Dikkat edilirse, müminlerden takvada da birbirlerine yardımcı olmaları emrediliyor. Bir mü’mini salih amel işlemeye teşvik etmek ve ibadetlerinde yardımcı olmak, Kur’an’ın amir hükümlerinden birisidir. İşte meşayıhın insanlara tövbe ettirmeleri de bu ayetin emrinin ifasından ibarettir.

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe, 119)

Müminler, verilen emir gereği imanlarında, Din-i İslam’a bağlılıklarında, takvaca önde olanlar ile beraber olmak zorundadır. İnsanları kötü yola iten, özü sözü farklı, açıkça haram işlemekten çekinmeyenler ile bir arada bulunmak, insana nasıl zarar verirse; ehl-i takva olan ve istikametten ayrılmayanlar ile beraber olmanın da fayda getireceği açıktır.

Bir kimse tek başına şeytanın hileleri ve nefsinin afetleri ile başa çıkamaz. Bu durum, günümüzde genel bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır. Açıkça ortadadır ki cemaat halinde İslam’ı yaşayan kimse, hem şeytana hem de nefsine karşı muazzam bir kale edinmiş olacaktır.

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa, 64)

Tefsir-i Kebir’de bu ümmet için en hayırlı tövbenin Allah Resulünün huzurunda yapılan tövbe olduğu naklediliyor. Dikkate şayandır ki hem günah işleyen tövbe ediyor, hem de Efendimiz (sav) onun için istiğfarda bulunup şehadet ediyor ve bağışlanması için de tazarruda bulunuyor.

İbn-i Kesir tefsirinde ise Allah Resulü’nün mübarek kabr-i şerifleri yanına bu ayeti okuyarak gelen bedevinin affedildiği, bizatihi Peygamber-i Zişan tarafından rüyada haber verildiği anlatılıyor. Ümeyye el Mahzumi (ra), hırsızlık haddi (cezası) uygulanan bir kişiye, Efendimizin (sav) tövbe etmesi hususunda nasihatte bulunup, o şahsın tövbesinden sonra; istiğfarın kabulü için dua ettiği, hadis kitaplarının ‘Hadd-i Sirkat’ bölümünde kayıtlıdır.

Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde Allah’a tazarru ve yakarış içindedir.

Bu tür tövbe etmeyi, Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayinlerine benzetmek ise hem sufileri bilmeme cehaletinden kaynaklanır; hem de tasavvufa karşı muazzam bir önyargı ve üstün çıkma psikolojisinin getirisidir. Çünkü hiçbir şeyh efendi, günah affetme yetkisine haiz olduğu iddiasında bulunmadığı gibi; hiçbir derviş de benim şeyhim günahlarımı bağışlıyor düşüncesine kapılmamıştır. Hıristiyanlıkta günahı affeden papazdır; İslam’da ise günahları bağışlama yetkisi yalnızca Allah’a aittir.

“Onlara: ‘Gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)

Ayetinin iniş sebebi Medineli münafıklardır. Ancak umuma şamil olduğunu göz önüne alırsak, kıyamete kadar, tövbe ve istiğfar davetinden kaçanların da bu ayetin kast ettiği gruba dahil olmayacakları garantisini kim verebilir?

Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
2- Buhârî, Daavât, 3.
3- Müslim, Zikir, 42.

TASAVVUF MÜDÂFÂSI -II-

Tasavvufta beyat

Kimi sufiler, tasavvufu; içinde bulunulan zamanı en iyi değerlendirme ilmi olarak anlatmışlardır. Dün geçmiştir, düne ait işlerde yapılabilecek ve düzeltilebilecek bir şey yoktur. Yarın ise muhaldir, yani belirsizdir. İşte bu sebeple, içinde bulunulan vakti en iyi şekilde değerlendirmek, boşa vakit harcamamak gerektiği üzerinde durmuşlardır. Tasavvufi terbiye, kalpten kalbe aksetme ile gerçekleştirildiğinden, hayatta olan kamil ve ehil bir mürşide beyat etme mecburiyeti vardır.

Bey’at’ kelimesi lügatte ‘kabullenmek, onaylamak’ gibi manalar içeren Arapça bir kelimedir. Günümüz mutasavvıfları tarafından ‘inabe, biat etme, el alma, tevbe etme’ gibi muhtelif ve değişik şekillerde ifade edilen bey’at, tasavvufta derviş ile şeyh arasında yapılan bir nevi mukaveledir, sözleşmedir.

Bu iki taraflı ahitleşmede; şeyh müridin terbiye ve ıslahını taahhüt edip üzerine alırken, derviş veya sofi de ona ittiba ve emir/tavsiyelerine uymakla mükellef olur. Beyat ile derviş, İslam'ı yaşama, Sünnete uyma ve nefsin afetlerinden kurtulmada mürşidi kendisine rehber ve delil edinmiş olur. Emirleri hoşuna gitsin veya gitmesin, beyat eden derviş şeyhine ittiba etmek ve sadık kalmak ile mükelleftir.

Burada şunu ifade etmekte fayda var ki, beyatın konusu ferdin dinini yaşamasıyla alakalıdır. Şeyhin müridine emir ve tavsiyeleri de tabii olarak bu sahadadır. Görülmektedir ki, bazı kesimler bu ilişkiyi kulluk alanının dışında, toplumu ilgilendiren, siyaset, ideoloji veya ticari gibi sahalarla irtibatlandırmaktadırlar. Bundan dolayı da bir müridin mürşidine olan teslimiyetinden kuşkuya düşmektedirler. Oysa düşünülmelidir ve kabul edilmelidir ki, mürşid de bir sofidir ve tasavvuf kurumu tamamen kulluğun icapları ve incelikleriyle ilgilidir. Bunun dışındaki sahalar, diğer sahalarla iştigal eden hizmet erbabı Müslümanların ilgi alanına girer.

Beyat Kur’an, Sünnet-i Seniyye ve icma ile sabit bir ameldir. Nitekim Kuran-ı Kerim'de Resulullah Efendimize (sav) hitaben:
"Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. " (Fetih / 10 ) buyrulmuştur. Efendimize (sav)'e yapılan beyat, Allah'a söz vermek olarak kabul edilmiş ve müfessirlerin icması ile beyat edene Allah'ın kuvveti ve yardımı vaad edilmektedir. Bu ayet, Hudeybiye'de ağacın altında beyat edenler hakkındaysa da müfessirler umuma şamil olduğunda müttefiktirler.

Yani, Resulüllahın manevi ilminin varisleri olan mürşidler, yine onun adına, ümmetin manevi sahadaki beyatlarını kabul etmektedirler.

Bey'atu'r Rıdvân

‘Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.’ (Fetih,18)

Hicretin altıncı senesinde, Resulullah (sav) ve sayılarının bin dört yüze baliğ olduğu bildirilen sahabe, umre maksadıyla Mekke'ye gidiyorlardı. Hudeybiye’ye geldiklerinde, Mekkelilere gönderdiği ilk elçinin dövülerek geri gönderilmesi üzerine, Hz. Osman (ra) ikinci elçi olarak gönderildi. Hz. Osman Mekkeliler tarafından göz hapsine alınınca, Sahabe arasında Hz. Osman'ın şehit edildiği şayiası yayılması üzerine, Resulullah bir haberci tayin ederek, ashabına şöyle dedi: "Haberiniz olsun ki Resulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey'atı emretti." Ve ashabı Resulullah'a bey'ata davet etti.

Bütün Ashab, Allah adına ona bey'at ettiler. Bey'atleşme, Semire Ağacı altında olmuştu. Resulullah, ağacın altında oturmuş, ashabından bey'at alıyordu. Ashab, Hz. Peygamber'e, "Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler." Resulullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız. "

Ashabından savaştan kaçmamak üzere bey'at alan Resulullah (sav) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup; "Bu da Osman'ın bey'atı" demesi Hudeybiye'deki müminleri çok heyecanlandırdı. (1) Elmalılı Hamdi Efendi'nin Behyaki'nin Delail'inden yaptığı nakle göre, bey'at Efendimiz (sav)'in elini tutmak suretiyle yapılmıştır.

Burada şu duruma dikkat etmelidir ki; Hudeybiye'ye beyatına bakarak, bey'atin yalnız devlet başkanı olan ‘ulul emr’e veya halifeye olacağını savunanlar, İslam tarihinde ilk beyatin Akabe'de gerçekleştirildiğini unutmamalıdırlar. Akabe Bey'ati, Mekke devrinin sonlarında gerçekleştirilmiş; hicretin önünü açmış bir olay olduğu gibi beyat gerçekleştirildiğinde, Resulullah (sav) devlet reisi de değildi.

Nübüvvetin on ikinci yılının Hac Mevsiminde, on iki Medinelinin Mekke'de Akabe mevkiinde, Resulullah'a (sav) yaptıkları beyata baktığımızda; temel esasın İslam'ı yaşama ve Efendimize (sav) sadakat ve emirlerine uyma olduğunu görüyoruz. Özellikle Birinci Akabe Beyatı, ümmetin maneviyat/tasavvuf büyüklerine delil teşkil etmiş ve asırlar boyu kendilerine tabi olanlardan bu beyatı almışlardır.

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa,59)

Müfessirlerin ekserinin fikri; bu ayette kast edilen ‘ulu’l emr’in, alimler olduğu şeklindedir.

Bu noktada beyat edilecek kişi önem taşımaktadır. Günümüz toplumu, arıya bile glikoz içirip sahte bal yaptırdığı gibi maalesef ‘sahte mürşitler’ de piyasayı kaplamış vaziyettedir. Hakiki mürşit etrafına gül rayihaları saçarken, sahteleri ise maalesef insanımızı istismar etmektedir. Osmanlı devrinde bu iş, Meclis-i Meşayihin kontrolünde olduğu için ‘sahte şeyhler’ yok denecek seviyedeydi. Günümüzde ise maalesef bazı ehil olmayan ellerde, ümmetin namusundan ruh sağlığına ve en önemlisi de imanına kadar her alanı birer muazzam tehlike altındadır. Bu durumdan en çok muzdarip olan da tabiatiyle samimi tasavvuf ehlidir.

Kamil mürşid her şeyden önce kendisi terbiye olmuş; nefsini tezkiye etmiş; kalbi ve ruhi hastalıklardan kurtulmuş, her fiili, kavli ve ameli Resulullah (sav) Efendimizinki gibi olup, aykırı ve aksi hareketi kabul etmesi mümkün değildir. (2) Nakşi-Halidi kolunun temel kaynaklarından biri olan Adab-ı Fethullah'ta zikredildiğine göre, şeyh olanların hem şeriat alimi (alim-i şeriat) olmaları hem de şeriatla amel (amil-i şeriat) ediyor olmaları gerekmektedir. Hem dini ilimlerde yetişmiş bir alim olacak, hem de tahsil ettiği ilimleri bizatihi kendi nefsinde tatbik edecektir.

Onlar öyle kimselerdir ki; “Huzuruna varıldığı zaman gamın, kederin gider, içinde bir ferahlık uyanır.” (3) Nitekim Resulullah (sav): "Salih meclis arkadaşı, misk sahibine benzer. Kokusundan sana vermese bile onun (üzerindeki) kokusundan sana (yine de) isabet eder." (4) buyurmuştur.

Kendi kalbinden masivayı uzaklaştırmış; dünyevi hiçbir korku ve üzüntünün olmadığı bir kalp sahibinin meclisinde bulunanın, kalbindeki gam ve kasavetin gideceği bu hadisi şeriften beyan olmaktadır.

Yine ‘Miftahul Kulûb'de Ahmed Şemdseddin Marmaravi Hazretleri (ks) kamil mürşidin alametlerini sayarken "Ziyaretine gelen herkes, büyük veya küçük genç veya ihtiyar, hatta devlet reisi bile olsa, elini öpmeye mecbur ve hayır duasını niyaz ile mesrur olurlar." buyurmaktadır. Çünkü Hadis-i şerifte buyruldu ki: "Evliyaullah o kimselerdir ki görüldükleri zaman Allah hatırlanır." (5)

Hakiki şeyh ile sahtesi nasıl ayırt edilir?

Osmanlı devrinde Meclis-i Meşayih (Şeyhler Meclisi) bu işle alakadar olurdu. İcazet (diploma) müessesi, bu meclisin en önem verdiği husustu. Bununla beraber, icazeti olup da İslam'ı yaşamada farz ve haramlar noktasında gevşeklik gösterenler veya mensuplarını harama yöneltenler ‘postnişin’likten atılırdı. Bu uygulamadan da anlaşılacağı üzere, şeyhlik iddiasında olanların; farzların edasında ve haramlardan sakınmakta gevşeklik içerisinde oldukları dikkate alınmalıdır.

Özellikle hanımlar ile münasebetlere dikkat edilmemesi ve mahremsiz onlar ile görüşmek, bizler için birer ipucudur. Bir diğer nokta da maddi ilişkilerdir. Çünkü uyulması gereken kişiler irşad ve ıslah faaliyetleri neticesinde hiçbir ücret talep etmeyenlerdir. (6) Tarikat-ı Aliyye'nin adabına uymayan davranışlar ve edebe muğayir hareketler de bizler için birer numunedir.

Hayatta olan bir mürşide beyat etmenin lüzumu

İnsanın kendi nefsindeki hastalıkları gösterecek, tedavi yollarını tavsiye ve izah edecek, yeri geldiği zaman içine düştüğü manevi sıkıntıları atlatma çarelerini tavsiye edecek, hayatta olan bir insan-ı kamile ihtiyacı vardır. Gerçekten de kendi nefsini terbiye etmiş, nefsin ve şeytanın hilelerini ve kurtuluş yollarını bilen bir rehbere ihtiyaç vardır. İşte şeyhe beyatin lüzumu da bu noktadadır.

Nefsin belki de en büyük hastalığı kendini beğenmektir. Kendini beğenen ve mükemmel sayan bir nefsin diğer hastalıkları görme ihtimali var mıdır? Kendini beğenen bir nefis samimi olarak "Bende riya vardır" diyebilir mi? Bu soruya ‘evet’ diyebilecek insan yoktur. Çünkü kendini beğenen kişi, kendinde hata görseydi, zaten kendini beğenmeyecekti. O zaman mecburdur ki nefsini terbiye ve tezkiye etmiş bir şeyhe beyat etsin, O'nun manevi terbiye halkasına dahil olsun.
Bir insan tıp kitaplarını okuyabilir. Tıpta belli bir uzmanlık elde edebilir. Hatta bu kitabi bilgisi ile grib gibi birtakım basit hastalıkları tedavi de edebilir. Ancak apandisit gibi basit bir ameliyatı yapmaya kalkıştığında, hastayı operasyonun daha ilk dakikalarında öldüreceği kesindir. Yalnız kitap okumak suretiyle kimse doktor olamaz, doktorluk iddiasında bulunamaz. Mecburdur ki tıp fakültesine gitsin, eğitim alsın ve uzman bir doktor olduğuna dair üniversitedeki hocalarından diploma alsın.
Şeyhe beyat etmeden, manevi terbiyesine girmeden, tek başına kitaplar okuyarak kendi nefsini terbiye etmeye kalkanın hali de böyledir. Bu yolda bir ömür sarf etse bile, bir arpa boyu yol alamayacağı aşikardır. Nefis tezkiyesi ve ahlak tezhibi, kişinin tek başına yapabileceği bir iş değildir.

Nefis mücahedesinin ne kadar tehlikeli ve dolambaçlı olduğu meşayıhın eserlerinde tafsilatlı olarak anlatılmıştır. Yola kendi başına çıkanların halleri, ağlanacak durumdadır. Nitekim bu hususta en ibret verici örneklerden birisi Gulam Ahmed Kadıyani'dir. İslam'ın Budizm’e üstünlüğünü ispat etmek için riyazet ve mücahede yoluna girişmiş, ancak yolun sonuna varamadan kendisini maalesef ‘nebi’ (peygamber) ilan etmiştir. Dikkatle bakıldığında, benzer örnekler, ülkemizde de görülmektedir.

İşte, bu tür neticelere maruz kalmamak için girift ve dolambaçlı yollardan kendimizi salimen geçirecek bir güvenilir mürşide, tecrübeli bir rehbere beyat etmek mecburiyeti vardır.
Nasıl diğer dini ilimlerini; itikadı, fıkhı, tefsiri, hadisi ve kelamı bir alimden öğrenmek gerekiyorsa, tasavvuf ilmini de ehlinden öğrenmek zorunluluğu açık bir hakikattır.

Bunun böyle olduğunu biz değil, tasavvuf ilmini sağlam bir zincirle Sahabe’den öğrenen tasavvuf alimleri beyan ediyorlar. Her ilim veya meslekte, söz sahibi olan, o mesleğin erbabı ise tasavvuf sahasında da itibar edilip itimat edilecek otoriteler onlardır. Sahabe-i Kiram nasıl Resulullah Efendimiz tarafından ıslah ve terbiye edildiyse, her Müslüman da böyle bir yardım almak durumundadır. Ancak, şunu da ekleyelim, hiç kimse bir başkasını bu konuda zorlayamaz, tasavvuf tamamen gönüllülük esasına dayalıdır.

Dipnotlar:
1- Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120.
2. Miftahul Kulub.
3. Miftahul Kulub.
4. Ebu Davud Edeb, 19.
5. Nesai Tefsiri 6/362.
6. Yasin Suresi, 21.

TASAVVUF MÜDÂFÂSI -III-

Kur’an zikri emrediyor

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru’ derler.” (Âli İmran, 190-191)

Bu ayet, tek başına mutasavvıflara yöneltilen çok zikirle ilgili tenkitleri çürütmeye yeter. Çünkü zikrin özel bir tarifi bu ayette yapılmıştır. Mutasavvıflar buna “Murâkabe” ismini verirler ki, ileride daha detaylı değineceğiz. Bu ayette, zikredenlerin her durumda zikrettikleri ve tefekkürde bulundukları belirtilerek, zikir ehli övülmektedir.

‘Zikir’ lügatte; anmak, hatırlamak, zihinde tutmak, unutmamak manalarına karşılık gelmektedir. Kur’an’da ise; Allah’ı anmak ve hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi namaz (1) ve Kur’an (2) manalarında da kullanılmıştır. Bu itibarla namaz kılmak da bir zikirdir, Kur’an okumak da. Ancak sufîlerin ‘zikr-i daimi’ veya ‘zikr-i sultani’ olarak isimlendirdikleri, her an Allah’ı hatırda tutma, yani her an O’nu anmak ise işte bu ayetin övdüğü zikirdir.

“Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın. Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab, 41- 42) Kuran’ı Kerim’de hiçbir ibadet için çokça yapın emri gelmediği halde, sadece zikrullah için çokça yapın buyrulmuştur. Sabah-akşam demekle de tüm vakitler kast edilmiş ve çokça ifadesi te’kid edilmiştir.

Ebu Said-el Hudri’nin rivayet ettiği “Zikrullahı çokça yapın, hatta size deli desinler” (Sizin için deli denilinceye kadar, Allah’ı zikredin.) (3) hadisi ise zikrullahta ne kadar ileri gidilmesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
İbn-i Abbas’tan (ra) nakledilen bir rivayete göre, Allah, zikir hariç diğer farz ibadetlere bir sınır koydu. Zikre ise böyle bir sınırlama koymadı, kişi aklı başında olduğu her anda ve yerde (tuvalette ve cima dışında) zikir yapabilir. Ebu Musa (ra)’ın Efendiler Efendisinden (sav) yaptığı rivayette buyrulur ki: “Rabbi olan Allah-u Teala Hazretlerini zikreden kimse ile zikretmeyen kimselerin misali diri ile ölü gibidir.”( 5)

Sadece bu deliller bile “Tasavvuf ehli neden bu kadar çok zikrediyor?” sorusunun cevabı olmaya yeterlidir.
Zikir hakkında daha pek çok hadis-i şerif ve ayet-i celile delil getirilebilir. Ancak biz, meramımızı anlatma noktasında bu kadarı ile yetindik. Bu yazımızın bundan sonraki kısmını ise “Zikir” konusundaki temel tenkitleri ve soruları cevaplamaya ayırdık.

Halka olup zikretmek caiz midir?

Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav)’in, “Cennet bahçesine uğradığınızda, ondan istifade edin” buyurması üzerine, Ashab-ı Kiram; “Cennet bahçesi nedir?” diye soruyor. Efendimizin cevabı ise “Zikir halkasıdır” oluyor. (4)

Yine Efendimiz (sav), mescitte halka şeklinde toplanmış bir grup ashabının yanına uğradı. Onlara: “Burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Halkadakiler: “Allah’ı zikrediyoruz, bizi İslam’a ulaştırdığı ve ihsanlarda bulunduğu için O’na hamd ediyoruz.” dediler. Efendimiz (sav) onlara: “Allah için soruyorum, siz gerçekten bunun için mi oturdunuz? “ diye sorunca Ashab, “Vallahi biz ancak bunun için oturduk.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sav): “Yanlış anlamayın, ben sizi suçlamak için yemin etmenizi istemedim. Ben sizin asıl niyetinizi öğrenmek ve size şu müjdeyi vermek için geldim. Bana Cibril geldi ve haber verdi ki: Allah sizinle, melekleri yanında övünmektedir.” (6)

Görülmektedir ki; Efendimiz zikir halkalarını övmüş, Ashabına (ve bizlere) tavsiye ve teşvik etmiş, halkaya iştirak edenleri müjdelemiştir. Bu hadisleri bir kenara bırakarak, kişisel görüş ve rey ile halka şeklinde zikretmeyi bid’at saymanın bir açıklaması yoktur. Nakşîlerin ‘Hatm-i Hacegân’, Rufâîlerin ‘Kıyam’, Halvetilerin ‘Devran’ diye isimlendirdikleri zikir halkaları, işte bu hadisin gereğidir.

Dikkat çekmek istediğim diğer bir husus ise bu hadislerde, zikir halkalarında ne okunacağı sınırlandırılmamış ve zikredenler serbest bırakılarak, ümmete bir ruhsat tanınmış ve kolaylık sağlanmıştır. İlk dönemlerinde ‘Hacegan (Hocalar) Yolu’ olarak bilinen Nakşiler, üç defa İhlas Suresini okuyan kimsenin, Kuran’ı bir defa hatmetmiş sevabı alacağı (7) müjdesinden hareket etmiş ve hatmelerinde 1001 İhlas okumuşlardır.

Niçin Gizli Zikrediliyor?

Nakşibendiyye yolunda zikir ‘hafi’ yani gizli yapılmaktadır. Dil damağa yapıştırılmakta ve ağız kapalı olarak zikredilmektedir. Maalesef günümüzde bu tür zikir usulü, tenkit edilmekte ve bir takım bilgisizlerce bid’at diye yaftalanmaya çalışılmaktadır.


Halbuki, “Sabah-akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma!” (Araf, 205) ayetiyle Rabbimiz, gizli zikre işaret etmektedir. Yine, Ebu Musa El Eşari’den nakledilmektedir ki bir seferde, bir topluluk, yüksek sesle tekbir getirirken Efendimiz (sav) buyurmuşlar ki: “Ey insanlar! Kendinize sahip olunuz, çünkü sizler sağıra yada uzaktaki birine dua etmiyorsunuz. Sizler duyan, yakın ve sizinle birlikte olana dua ediyorsunuz.”(8)

Bu ayet ve hadisten anlaşılacağı üzere, insana şah damarından yakın olan Allah’ın, hafî, yani kalbî olarak, gizlice zikredilmesi bizatihi kendi emridir.


Dipnotlar:
1.Ankebut 29 /45, Cuma 62 /9
2.Hicr 15 / 9
3.Acluni, Keşfül Hafa
4.Müslim Zikr 25 , Tirmizi
5.Zübtetül Buhari 1089 Nolu. Had. Şer.
6.Müslim, Zikr 40
7.Tirmizi, Fedailül-Kuran, 11.
8.Müslim Zikr 44

TASAVVUF MÜDÂFÂSI -IV-

Tasavvuf müessesesi, özellikle son dönemde ülkemizde inanılmaz bir tenkit ve tabiri caiz ise bir tekfir yağmuruna tutuldu. Medyaya da malzeme olan ve köklü tasavvufi kurumların dışladığı kötü malzemeye bakarak, mutasavvıfların tamamını kötü kabul etmek, zandan kaçınmayı emreden Kur’an ile taban tabana terstir. Buna rağmen bu yazımızda, özel bir takım iftira ve iddiaları dile getirmek istiyorum.

Mutasavvıfların Akidesi Ehl-i Sünnet ile Uyuşmaz İddiası

Mutasavvıfların maruz kaldığı iftiralardan en büyüğü olan bu akıl almaz ve mantık kabul etmez iddianın sahipleri, Şah-ı Hazne ve Seyyid Abdulhakîm Hüseyni’nin (kaddesallâhu esrârahum) de yetiştiği Halidî yolunun temel eserlerinden Âdâb-ı Fethullah’a bakmış olsalar, aslında hadiseyi kafalarında çözmüş olacaklardı.

Âdâb isimli eserinde Şeyh Fethullah-ı Verkânisî (ks) Nakşî-Halidî yolundan istifade etmek isteyen kimse için gerekli olan en mühim şartın, itikadını Ehl-i Sünnete göre tanzim etmesi olduğunu bildirmiştir. Yine Mustafa İsmet Efendi’de (ks) Risâle-i Kudsiyye’sinde “Bir Ehl-i Sünnet olmak isterse mensûb” beytiyle, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât itikadında olmayanlara, tarikat dersi verilmeyeceğini beyan etmiştir.

Takipçilerinin günümüzde de her iki eseri ellerinden düşürmedikleri dikkate alınırsa, mutasavvıfların özellikle de asırlar boyunca Hâcegân (Hocalar) yolu olarak anılmış olan ulema ve kudemânın müdavimi olduğu Nakşîliğin, Ehl-i Sünnet dışında olduğu iddiası havada kalacaktır.

Şeyhler Cahildir İddiası

Bir takım internet sitelerinde dile getirilen, ‘şeyhlerin ulum-u diniyye’den (dini ilimlerden) bihaber oldukları’ iddiası ise tam anlamıyla bir komediden ibarettir. Özellikle doğuda, bazı yörelerimizdeki adet haline getirilmiş, babadan-atadan kalma ‘Şıh’lık ve ‘Seydâ’lık gibi ünvanların, kısmen ehil olmayanlarca devam ettirilmesi, umuma mal edilebilecek bir husus değildir.

Ülkemizde, özellikle Nakşî-Halidî kolunun, bir-iki önceki nesil postnişinlerine baktığımızda, karşımıza tam bir ulema kadrosu çıkacaktır. Biz birkaç ismi zikretmekle iktifa edelim; O günkü adıyla Medresetül Kudât, yani Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Süleyman Hilmi Tunahan; Mecelle’yi (Osmanlı Adli Hukuk kitabı) şerh eden Şeyh Ali Haydar Efendi; Arapça’ya Râbıta-i Şerîfe isimli bir eser yazabilecek kadar vakıf Seyyid Abdulhakim-i Arvâsî; Râmuzu’l Ehâdis gibi devasa bir hadis mecmuası oluşturan Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.esrarahum), akla ilk gelen örneklerdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den başlayarak, Nakşî-Hâlidî yolunda, zâhirî ilmini (12 ilim diye de adlandırılır) bitirmemiş, yani ‘hoca’ veya ‘seyda’ ünvanını almamış kimselere şeyhlik icazeti ve irşat müsaadesi verilmemiştir. Hakiki icazet sahibi Nakşî-Hâlidî meşâyıhı, bir teki bile istisna olmamak şartıyla, Osmanlı’daki deyimiyle ‘dersiam’ yani ‘hoca’dır. Hepsi en az sekiz-on sene süren medrese eğitimini, tıpkı Osmanlı Usulü’nde olduğu gibi tamamlamış ve hocalık icazetlerini almışlardır.

Bu noktada sarf edecek söz bulamayan bir takım kimseler, bu sefer de meşâyıhın Arapça konuşamamasını dile getirmektedirler. İlk bakışta bir nebze doğru gibi gelen bu fikir, aslında temelden yanlıştır. Zira, Büyük Selçuklu Veziri Nizamül Mülk tarafından temeli atılan ve Osmanlı’da sistemleşen medrese eğitim sistemi, Arapça’yı günlük hayatta konuşmak esası üzerine kurulmamıştır.

Osmanlı Medrese Sistemi’nde Arapça eğitimi, Sarf ve Nahiv olarak iki ayrı ilim olarak tasnif edilmiş ve ‘alet ilimleri’ olarak isimlendirilmiştir. Sarf ve Nahiv eğitiminde de maksat, usul ilimlerine ait kitapları okuyabilmek, ilmen mütalaa edebilmektir. Diğer bir deyişle, geleneksel usulde Arapça amaç değil araçtır. Kaldı ki her Arapça bilen de din adamı değildir. Usul ilimlerinden habersiz olanlar, istedikleri kadar Arapça bilsinler, bu onları ilim sahibi yapmaz.

Geleneksel medrese usulünün Arapça eğitiminde başarısız olduğunu iddia eden çevreler, geçmiş asırlar da Osmanlı Medreselerinde yetişmiş ulemânın, verdiği eserlerden bihaber olamayacaklarına göre, bu mesnetsiz iddialarında bir kasıt aramaya hakkımız yok mudur? İsmail Hakkı Bursevî ‘Rûhul Beyan’, Ebussuûd Efendi, ‘İrşâdu Akl-is-Selîm’ isimli tefsirlerini yazdıklarında, Osmanlı Medreselerinden yetişmemişler miydi? Türk kökenli olup Arapça eserler veren ulema ve meşâyıhı zikretmeye kalksak, herhalde bu derginin iki üç sayısını sadece bu listeye ayırsak, belki ancak yeterli olur.

Nakşî Tarîkatı’nın Lisanı Neden Farsça?

Nakşî yolunun vazgeçilmez eserlerinden olan İmâm-ı Rabbânî (ks)un mektuplarının bir araya getirildiği Mektûbât’ın asıl dilinin Farsça olması da eleştiri konusu yapılmaktadır. Halbuki İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin yaşadığı devrede Hindistan’a hakim olan Babürlüler Devleti’nde resmi yazışma dili Farsça’dır. Kaldı ki Nakşî Tarîkatı’nın günümüzde pek çok temel kaynağı Türkçe’ye çevrildiği gibi Mustafa İsmet Efendi’de Risale-i Kudsiyye’yi Türkçe kaleme almıştır.

Nefehât-ül-Üns’ün müellefi Molla Câmi de yine bu kitabını Farsça kaleme almasının sebebi, o devir Orta Asya’da ve İran’da yazı dilinin Farsça olmasıdır. Yoksa Molla Câmi Hazretleri, Arapça gramer kitabı Kâfiye’ye şerh yazacak kadar Arapça’ya vakıftır.

Vahdet-i Vücûd Meselesi

Kısıtlı dergi sayfalarında ilmi izahı mümkün olmayacak kadar çetrefilli bir mesele olan vahdet-i vücûd meselesini ortaya koyan Muhyiddîn-i Arabî’dir (ks). Asırlardır tartışılan bu mesele İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tarafından çözülmüş ve bir nakıslık olarak zikredilmiştir. Ancak, İmâm-ı Rabbânî’nin günümüzden dört asır önce çözdüğü ve Nakşîlerin nakıslık (eksik ve hatalı) olarak telakki ettiği vahdet-i vücûd meselesi, hala bir eleştiri konusu olarak gündeme getirilerek, tasavvufun bütününe karşı bir tenkit malzemesi olarak kullanılmaktadır.

Halbuki, bir velinin hatalı yorumu bütün tasavvuf ehline mal edilemez. Kaldı ki, İbn Arabî Hazretleri evliyaullahın en büyüklerinden olup yaşadığı hallerin ilmî/irfânî tevilini yapmakta bazı hatalara düşmüştür. Bu da bir nevi içtihad hatasıdır ki, fakihler nasıl hatalı içtihad yaptıklarında bir sevap, isabetli olduklarında ise iki sevap kazanırlarsa, onun durumu da böyledir.

İbn-i Arabî Hazretlerinin kitaplarından bahisle; “Futûhât-ı Medeniyye (hadisi şerifler) bizleri ‘Futûhât-i Mekkiyye’ kitabından müstağni kılmıştır. Nusûs (Kitab ve Sünnetin nassları) bizleri ‘Fusûs’ (el-hikem) kitabından müstağni kılmıştır.” diyen İmam-ı Rabbânî (ks)nun takipçilerini, vahdet-i vücuda mensup olmakla suçlamanın neresi akıl ve mantıkla bağdaşır? siz okuyuculara bırakıyorum.

Burada bir meseleyi zikretmeden geçemeyeceğim; Muhyiddin-i Arabî: “Bizim sözümüz bizden olmayana haramdır” diyerek eserlerinin herkes için olmadığını bizatihi beyan etmiştir. Yine son dönemin büyük alimlerinden merhum Ahmet Davudoğlu Hocaefendi de Mektûbât-ı Rabbânî’nin tercümesi hususunda: “Bu eseri tercüme etmek için ‘kâle yekûlu’ yetmez, ‘hâle yeqûlu’ lazımdır’ buyurarak, tasavvuf kitaplarının anlaşılmasının bir manevi ‘hâl’ işi olduğunu vurgulamıştır.

Muhyiddîn-i Arabî gibi Hallâc-ı Mansûr gibi zatların, manevi yolculukları esnasında yaşadıkları giriftlikleri, iç dünyalarındaki anaforları bilmeden, zahiren şeriata aykırı sözlerine bakarak, onları tekfir etmek, İslam Dünyasında ancak son devirde gündeme gelmiş bir hastalıktır. Her mutasavvıfın dilinden düşürmediği bir söz vardır ve doğrudur: “Tasavvuf hal işidir, kal (söz) değil.”

Kemale Erince Mükellefiyetler Düşer mi?

İslam tarihine baktığımız zaman, Sahabe ve Tabiîn devri dışında, sûfîler kadar ibadete ve takvaya düşkün bir diğer zümre mevcut değildir. Ancak, belirli dönemlerde ortaya çıkan ‘Biz fena ve beka bulduk. Namaz ve oruç gibi mükellefiyetler bizden kalktı’ diyen sapkın gruplar da olmuştur. Ehl-i Sünnet alimi olan İmâm-ı Gazâlî gibi mürşid-i kamiller, bu görüşleri tenkid ederek susturmuş, yayılmalarına müsaade etmemişlerdir. Zamanla bu tür görüşler azınlıkta kalmış, özellikle ulemanın yolu olan Nakşîlikte böyle bir gruba rastlanmamıştır.

Şah-ı Nakşibend’in yolunu sürdüren, icazetli, kamil meşâyıhın istisnasız hepsi, taat ve takvaya meftundurlar. Kendi mezhepleri içinde bile ruhsatları terk etmişler ve azimetle amel etmeyi esas edinmişlerdir. Meşâyıhın yaşamlarındaki titizlik, ehil kimselerce bilinmekte ve takdir edilmektedir. Misal olarak, Camî’de itikafa giren bir şeyh efendi, ısınmak için yaktığı sobanın elektriği için evinden kablo çektirmiş, şahsi ibadeti için ümmetin cebinden ısınmayı doğru bulmamıştır. Yine, bir diğer şeyh efendi de irşat vazifesinden önce kendisine ait olan işyerini, posta oturduktan sonra bir vakfa hibe etmiştir.

“Şeriatın mubahları, tarikatın haramlarıdır” sözünü düstur edinen sûfîlerin, ruhsatları bile terk ettiklerini göz önünde bulundurursak, onları şeriatı tatbik etmemekle itham etmenin ne kadar çirkin kaldığı ortaya çıkacaktır. “Tarikat baştan sona edeptir” mülahazasından hareket eden Merhum Ramazanoğlu M. Sâmî Efendi’nin, son -sekerat- hastalığında dahi ayaklarını uzatarak yatmadığını tasavvur ediniz. Hangi insaf ve izan ehli, sûfîlerin mükellefiyetleri terk ettiğine inanabilir?

Tasavvuf Pasifize Eder mi?

Tasavvuf ehlini tekfir eden zümrelerin dillerine en çok doladıkları iddialardan birisi de tasavvufun insanları pasifleştirdiği ithamıdır. Halbuki tarih kitaplarının sayfaları, mutasavvıfların gayret ve cihad misalleri ile doludur. Savaş gibi olağanüstü hallerin yaşanmadığı durumlarda, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın en mükemmel örneklerini hayata geçiren, bizzat tasavvuf ehlidir. Toplumun ahlaki ve ameli bozukluklarını ıslah ve tamir eden, fertleri her türlü hayasızlık ve günahtan alıkoyan kimlerdir acaba? Tasavvuf ehlinin gönüllere nakşeden irşâd ve ıslah çalışmaları değil midir?

Aksiyoner olmaktan kast edilen fiili cihad etmekse eğer, geçtiğimiz asra sadece kısaca bir göz atsak; Libya’da Senûsîleri, Kurtuluş Savaşı’nda Mevlevî Alaylarını ve Tâceddin Dergahı’nın lojistik desteğini, Ermeni Katliamı (Ermenilerin Osmanlı halkını katli) sırasında Nurşinli Muhammed Ziyauddin’in (ks) kurduğu gönüllü birlikleri ve daha nicelerini görürüz.

Fikri sahada Batıcılık rüzgarlarına karşı duran isimlerin başında da yine mutasavvıflar gelmektedir. Bir Halvetî-Şâbânî dervişi olan Nurettin Topçu’yu, bir Nakşî meftunu olan şairlerin sultanı Üstad Necip Fazıl gibi mütefekkirleri hatırlayalım.

Tasavvuf Kur’an’da Geçiyor mu ?

Bir takım muhataplarımız bize tasavvuf veya tarikat Kur’an’da geçiyor mu? Sorusunu çok sık dile getiriyorlar. Halbuki ne ‘namaz’ ne de ‘oruç’ kelimeleri Kur’an’da, direk bugünkü isimleri ile geçiyor. Kur’an Arapça’dır ve bu kelimelerin Arapça’daki karşılıkları ‘salât’ ve ‘savm’dır. Günümüzde kullanılan ‘namaz’ ve ‘oruç’ kelimeleri de Farsça’dır.

Mesela bir kimse ‘Ben üzerime farz olan ikindi namazını kılıyorum’ dese, ona ‘İkindi namazı farz değil, çünkü Kur’an’da isim olarak geçmiyor’ denilebilir mi? Bundan daha saçma bir itham olabilir mi? Çünkü ikindi namazını kılan bir kimse, Kur’an’da ‘salatul asr’ olarak emredilen namaz ibadetini yerine getiriyor.

Öyleyse, ‘tasavvuf’ kelimesinin birebir karşılığını Kuran’da aramak yerine, sufîlerin uygulamalarının aranması daha münasib olacaktır. Çünkü onların tüm uygulamaları Kur’an ve Sünnet’e dayanır. Önceki yazılarımızın bir kısmında bu uygulamaların Kur’an ve Sünnet’teki yerlerini delilleri ile izah etmiştik. Yeri geldikçe bu konular hakkında gerekli bilgileri, delilleri ile sizlere sunmaya devam edeceğiz inşallah.

Nasıl, namaz, oruç ve kurban gibi zahiri ibadetleri ‘fıkh-ı zahir’ içinde değerlendiriyorsak; zikir, ihsan, ihlas, huşû, nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ve ahlak tezhibi de ‘fıkh-ı batın’ da denilen tasavvuf ilmi içinde değerlendirilir. Diğer bir ifadeyle ibadet ve kulluğu; bedensel-fiziksel ibadetler ve kalbi-manevi ibadetler olarak isimlendirmek de mümkündür. İsimlendirme farklılığı da buradan doğmaktadır. Nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, esas olan, neticede tasavvuf, İslam Dini’nin özü ve ruhudur.

Gülistan Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.