29 Şubat 2012 Çarşamba

Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir?

Sual: Vehhabiler ve bunlara aldanan bazı bid’at ehli, evliyanın yolunu yani tasavvufu, tarikatı kastederek, bunların sonradan çıktığını, bid'at olduğunu söylüyorlar. Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir?

CEVAP
Bu hususta Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:

Zahirdeki kemalatın ve manevi makamların hepsi Resulullah efendimizden gelir. Zahirdeki kemalata, yükselmeye sebep olan emirlerini, yasaklarını bizlere din âlimleri bildirdi. Kalbin, ruhun temizlenmesine yarayan gizli bilgileri ve kalb işlerini tasavvuf büyükleri bize ulaştırdı. Kalbe ve bedene yarayan bilgilerimizin hepsi Resulullahtan gelir.

Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Hazret-i Abdullah, (İlmin onda dokuzu gitti) buyurdu. Bazılarının bu söze şaştığını görünce, (Dediğim ilim, herkesin bildiği abdest ve gusül gibi bilgiler değil, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerdir) buyurdu.

Tasavvuf, Resulullahın yolunu gösterir. Tasavvuf büyükleri, kendi hocaları vasıtası ile Resulullaha bağlanmıştır. O büyüklerin çalışma usulleri, sonradan uydurulmuş şeyler değildir. Fena, beka, cezbe, süluk, seyr-i ilallah ve benzerleri gibi isimler, sonradan verilmiş ise de, bu isimlerin bildirdikleri şeylerin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir.

Nefahat kitabında bildirildiği gibi, fena, beka gibi isimleri ilk bildiren zat, Ebu Said-ül Harraz’dır. Zikir de, Resulullahtan gelmiştir. Resulullah efendimiz, peygamber olduğu bildirilmeden önce, mübarek kalbi ile zikretmiştir. Resulullahın çok zaman sükut ettiği, sessiz, düşünceli durduğu; dost, düşman her tarihçinin kitabında yazılıdır. Bu halde bulunmak, isimleri sonradan çıkan şeylerin Resulullahta da bulunduğunu göstermektedir. Bu isimler, hadis-i şerifleri açıklamak için konulmuştur. Mesela tefekkür; fikri, bâtıldan hakka doğru çevirmek olup, (Az bir zaman tefekkür etmek, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha faydalıdır) hadis-i şerifinden alınmıştır.

Eğer, (Tasavvuftaki usuller, vazifeler, kazançlar Resulullahtan gelmiş olsaydı, ayrı ayrı tasavvuf yolları ve tasavvuf sarhoşluğu, dine uygun görünmeyen şeyleri söylemek olmazdı) denirse, böyle değişik sözler ve hâller, insanların istidatlarının, başka başka olmasından ileri gelmektedir. Resulullahtan gelen nisbette, feyzde ve tesirde hiç değişiklik yoktur. Bunun çeşitli insanlara, çeşitli mizaçlara tesiri başka başka olmaktadır. Bir insanın bile çeşitli zamanlardaki hâli, mizacı başka başka oluyor.

Bütün kemalat, Resulullahtan gelmektedir. Fakat herkesin yaratılışına, hazırlığına göre, başka başka tesir etmektedir. Resulullah efendimiz hayatta iken de, herkesin istidadına göre konuşur, mana ve esrarı başka başka sunardı. Resulullah efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’e ince bilgiler anlatırken, yanlarına Hazret-i Ömer gelince, sözü değiştirdi. Sonra Hazret-i Osman gelince, sözü daha da değiştirdi. Hazret-i Ali geldi, başka türlü anlatmaya başladı. Çünkü, her birinin istidadı başka başka idi. (5/59)

Lâ ilâhe illallah demek
Tasavvufta en çok, Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesi söylenir. (Sözlerin, zikirlerin efdali, en faydalısı, lâ ilâhe illallah demektir) hadis-i şerifi güneş gibi her yerde ışık salmakta iken, bunu söylemek, sonradan meydana çıkmış denilebilir mi? Tasavvuf demek, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak demektir.

O halde, tasavvuf zaman-ı saadette yok idi, sonradan meydana çıktı, diyen kimse, sünnet-i seniyyeyi yıkmak isteyen bir İslam düşmanı değilse; menfaat sağlamak, cahilleri aldatmak için şeyhlik perdesi altında İslam’a yakışmayan kötülükleri yapanları anlatmak istiyordur. Böyle tasavvufçular ne kadar çok kötülense yeridir. Bu kötü kimseler, Müslüman göründükleri için, Müslümanlık kötülenebilir mi? Talebesine kötülük yapan öğretmen var diye, öğretmenlik mesleğine kötü damgası basılabilir mi? Evet, bazı cahiller, ahlaksızlar [ve misyonerler] şeyh şekline girdi. Tasavvuf adı altında her kötülüğü yapanlar oldu. Fakat bunlara bakarak, Resulullahın sünnetine yapışan, her kötülükten sakınan Allah adamlarına dil uzatmak pek yanlıştır.

Tasavvuf ehli buyuruyor ki:
İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez. (Mektubat-ı Masumiye 2/106)

Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nurlanmak, ârif olmak, ilm-i bâtın sahibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akıl eremez, anlayamaz. Allahü teâlâ, her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lazımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi masivadan temizlemektir. Mahlukların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmaktır. Buna, (Fena-i kalbi) denir. Kalb, Allah’tan başka her şeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Yani madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimağ [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nur, marifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikadı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibadetleri yapmaktır. Nafile ibadetlerden, tesiri en çok ve süratli olanı, zikir yapmak ve Allahü teâlânın Velilerinden biri ile beraber bulunmaktır.

Feyz almak için, bu feyze kavuşmuş olan salih bir kimseyi bulmak, onu sevmek, onun yanında yetişmek lazımdır. Vehhabi Feth-ül mecid kitabı da, bunun lazım olduğunu bildiriyor. 335. sayfasında, (Allahü teâlâyı sevmeye kavuşturan on sebepten dokuzuncusu, Allah’ın sadık olan sevenlerinin yanında bulunmaktır. Onların sözlerini dinleyip faydalanmaktır. Onların yanında az konuşmaktır) diyor. Böyle salih kullara Mürşid-i kâmil veya Rehber denir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvanın kaynağı, âriflerin kalbleridir.) [Taberani]

(Salihleri anmak, günahları temizler.) [Deylemi]

(Âlimin yanında bulunmak ibadettir.) [Deylemi]

(Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.) [Deylemi]

(Zikir, sadakadan daha faydalıdır.) [ibni Hibban, Beyheki]

(Zikir, nafile oruçtan daha hayırlıdır.) [Deylemi, Beyheki]

(Her hastalığın şifası vardır. Kalbin şifası, Allahü teâlâyı zikretmektir.) [Deylemi, Beyheki, Münavi]

(Derecesi en yüksek olanlar, Allahü teâlâyı zikredenlerdir.) [Beyheki]

(Allahü teâlâyı çok zikredeni, Allahü teâlâ sever.) [Beyheki]

Tasavvuf, zikretmek ve ârifleri hatırlamak, onları sevmek ve Resulullahın yoluna yapışmaktır. Bu ve benzeri hadis-i şerifler ve bunların çıkarılmış oldukları âyet-i kerimeler, tasavvufu emretmektedir. Böyle tasavvuf kötülenebilir mi?

Allah’a kavuşturan yollar:

Sual: Kitaplarda, Nakşi veya Kadiri yoluyla Allah’a kavuşanların olduğu yazılı. Allah’a kavuşturan yol çok mudur?

CEVAP
Necmeddin-i Kübra hazretleri, (İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yollar, insan sayısı kadar çoktur) buyurdu. Bu söz, talipleri yetiştirmek yolunu bildiriyor; yoksa itikatlarında hiçbir ayrılık yoktur. Bütün Evliyanın itikatları, imanları birdir. Hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır. Sanat sahiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da, öyle rahmettir; fakat itikatta ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Resulullah efendimiz, (Cemaat rahmettir. Ayrılık azaptır) buyurdu. (M. Nasihat)

Her şeyden, her mahlûktan Allahü teâlâya giden bir yol vardır; çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sahibini bulan zeki bir kimse, o yolu ve o manevi bağı görür, anlar. Allahü teâlânın rızasına, marifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Bu yolların hepsinden vasıl olmak, ahkâm-ı İslamiye’yi yapmaya bağlıdır. Bütün yolların başlangıcı İslamiyet’tir. Yani İslamiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tasavvuf yolları, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. (Mektubat-ı Masumiyye)

Bu büyüklerin kitaplarını okumak, sohbetin yarısıdır. Yani büyük bir zatın kitabını severek okuyan kimse, sohbetinde bulunmuş gibi ondan faydalanır

islamalimleri.de

Tarikat Şirktir Diyenlerin Çürük İddialarına Cevaplar




Tarikata şirk diyen inkarcılar şu ayeti kerimeyi delil getirirler:
   “İyi bil ki halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka bir takım dostlara tutunanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. şüphe yok ki, Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyle hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” (Zümer Suresi 3 – Elmalılı Hamdi yazır Meali)
  
 İşte bu ayette geçen: “Biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (tapıyoruz)” sözlerini “tevessül” ve “rabıta” aleyhine delil getirmeleri bu kişilerin anlayış kıtlığının bir göstergesidir.

   Şimdi ayeti kerimeyi iyi anlayalım.
Her akıl sahibi insan bunu anlamakta zorluk çekmeyecektir.Ayeti kerimede Mekke Müşrikleri’nin sözleri aktarılıyor. Müşrik, adı üstünde “puta tapan” dır. Bu put, ister sonradan uydurma bir isim olsun, isterse çok muhterem bir insanın heykeli olsun fark etmez. Herhangi bir puta tapmak şirktir. Ayeti Kerime’deki müşrikler ne diyorlar: “yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz, tapıyoruz”
Evet, müşrikler “tapıyoruz” diyorlar.
Peki, tapmak ne demektir? Tapmak, Allah’ın yanına başka bir ilah koymak demektir. Bu şirktir ve yasaklanmıştır. Allah’u Teala “Muhakkak ki müşrikler necestir” buyurmaktadır.

İmam Rabbani (k.s) Hazretlerinden Diyalogculara Mektup

Hocaefendiden Papa'ya Mektup:

“ Pek muhterem Papa cenapları,

"Muâviye'yi Sevmem" Diyen Densize Cevap

Doğrusu, Hayreddin Karaman'ın kayda değer bir ilmi veya kütübhanemizde bulundurmak isteyeceğimiz istifadeli bir eseri yoktur. Beynelmilel sahada kendisine itibar edildiğini de görmedik, duymadık. Bu açıdan bakılınca, klasik ma'nâda bir âlim olmadığı gibi, mühim bir araştırmacı veya vasatın üstünde bir yazar da değildir. Ancak, Türkiye'de kendisine itibar eden kesimler olması, gazete ve televizyonlar vasıtası ile bozuk görüşlerini neşretme imkânına sahib olması gibi hususlar, bu şahsı görmezden gelmemize mâni oluyor.

Taha Akyol'la yaptığı röpartajda demiş ki:
“Muaviye’yi sevmem, ... Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!”

Bu kendisinin kıymetsiz görüşüdür. Zaten daha evvel "mut'a nikâhı yapanlara fasık denemez" ma'nâsında anormal sözleri sarfetmiş bu kişi başka türlü söyleseydi, herhalde şaşırırdık.

Ehl-i sünnetin bu konudaki tavrı çok açıktır ve tartışmasızdır. Diğer başlıklar altında uzun yazdım; burada önce Ehl-i sünnetin reisinin sözlerini yazıp, sonra da ikinci bin yılın müceddidinden bir iktibasla noktayı koyacağım.

İmam-ı a'zam Ebû Hanife rahimehullah buyuruyor ki:

"Biz Resulullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshâbının hepsini dost ediniriz ve hiçbirini hayır dışında anmayız." (el-Fıkhu'l-Ekber)

"Onların hiçbirinden uzaklaşmayız ve dost edinmekte hiçbirini ayırmayız." (el-Fıkhu'l-Ebsat)

"Takva sahibi her mü'min onları sever ve her kötü münâfık da onlara kin tutar." (el-Vasiyye)

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendi hazretleri rahimehullah buyuruyor ki:
"Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünkü, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir." (59. Mektub)

Kaynak:

Muhammed Avvâme; Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır.

Soru: Cemalüddîn Afgânî hakkında ne düşünüyorsunuz?

Muhammed Avvâme Hoca: Afgânî, sapkınlığın ve dalâletin başıdır. Ben Allah'ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihde mübalağayı sevmem. Afgânî ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalâletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemâluddîn Esedâbâdî adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hadise anlatılır. Afgânî'nin seferde-hazarda, gece-gündüz yanından ayırmadığı bir çantası vardır. Çantada çok özel belgeleri var. Bir defasında geceleyin Tahran'da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid'den bir haber gelir. Sultan, Afgânî'yi çağırmaktadır… Afgâni apar-topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam çantayla ilgili olarak dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda tarihe bir hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltmaya ve Farsçaya çevirip incelemeye karar verirler. Cemâlüddîn Afgânî'nin 26 farklı imza kullandığı tesbit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgânî'nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.

Başka bir belge, Muhammed Abduh'un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh'u Mısır halkı nezdinde popülaritesini artırması için –İngilizler Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu- Lübnan'a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Diyor ki Muhammed Abduh:
"Biz senin sağlam yolundayız. Dinin başını yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen âbid, zâhid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin." çantada daha birçok belge vardır.

Riyad'da Dr. Fehd er-Rûmî, İmam Muhammed üniversitesinde yaptığı doktora tezinin konusu Menhecü'l-Medrese el-Akliyye el-Hadîse fi't-Tefsîr (Modern Akılcı Ekolün Tefsir Yöntemi)… Çalışmanın başında bu akımın öncüleri olan Afgânî, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ'nın biyografileri var. Benim az önce sözünü ettiğim belgeleri de oraya koymuş. Muhammed Abduh da bu çizgide olan bir kimsedir. İngilizler Mısır'da Abduh'u ciddî anlamda desteklemiş ve bir "din ıslahatçısı" olarak öne çıkarmışlardır. İslam dünyasını bütünüyle ifsad etmesi için Abduh'u Mısır müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır Ezher'e ev sahipliği yaptığı için tüm İslam dünyasının ilim kıblesiydi. İngilizlere göre Muhammed Abduh'u aktör yaptıkları bu ifsad projesi Mısır'da tutarsa İslam dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı. Ama tüm bunlara rağmen Allah Teâlâ hak yolunda malını ve canını feda eden kimseler gönderdi. Bunların en başta geleni Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (rh. a.)’dir. O, Mevkıfü'l-Akl isimli kitabında bu akımın maskesini düşürdü. Bu akımın gerçek yüzünü bilmek için Mustafa Sabri Efendi'nin bu kitabı mutlaka okunmalıdır.

Kaynak: Rıhle Dergisi, Sayılar: 5-6.

İmam Şa’rânî ve Tevessül



  Büyük hadîs ve Şâfi’î fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (vefatı 973 [m. 1565]) rahimehullah diyor ki:
Hazret-i Âişe radıyallahü anhâ şöyle buyurmuşlardır: "Bir hacet gidermenin anahtarı, hacet arzetmeden önce sunulan hediyedir." Sözlerine devamla, "Allahü teâlâya hamdü senâda bulunursak O'nun rızasını almış oluruz. Efendimize salât ve selâmda bulunursak o hacetin gerçekleşmesinde, Allah katında bizlere şefaat ve yardımını sağlamış oluruz. Zira Allahü teâlâ kitabında şöyle buyuruyor: (Allah'a yaklaşmak için vesile arayın.)"

  Şeyhim ve efendim Aliyyü'l-Havvâs'ın şöyle konuştuğunu duymuştum: (Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zaman, Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem adıyla o şeyi isteyiniz ve şöyle dua ediniz: "Ey Allah'ım! Sevgili Peygamberin Muhammed Mustafa hürmetine senden şunu... isterim" şeklinde dileğinizi açıklayınız. Zira, Allah'ın bir meleği vardır ki, bu isteğinizi anında Efendimize sallallahü aleyhi ve sellem bildirir ve O'na "Filanca kişi şu haceti için senin Allah katında aracı olmanı istemektedir" der. Efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem, o kişinin isteğini Allah'a yapacağı dua ile gerçekleştirir. Çünkü Efendimizin dua ve istekleri Allahü teâlâ tarafından geri çevrilmez.)

  Bir kimsenin Allah'ın velîleri aracılığı ile bir istekde bulunması halinde keyfiyet Allah'ın özel melekleriyle velîlere bildirilir. Onlar da o kimsenin isteğinin gerçekleşmesi için Allah'a dua ve şefaatte bulunurlar. Allahü teâlâ onların dua ve şefaatlerini geri çevirmeyerek kişinin hacetini giderir.
Kaynak: el-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, [1. Bölüm, 126. Ahid:] s. 339

Mezhebsizler Reformcular Nasıl Tanınır ?



Soru : Bugün, alim, profesör sıfatlı insanlar, kitaplarda, televizyon ve gazetelerde; şimdiye dek hiç duymadığımız şeyleri seslendirerek, mezheplerin şirk olduğunu, herkesin kendisinin ictihad yapabileceğini, kitap ve sünnetten hüküm çıkarabileceğini, mezhepleri birleştirmek gerektiğini belirterek, haram bildiklerimizi helal ilan etmeye başladılar. Mezhep tanımaz reformcuları tanımanın genel bir yolu var mıdır? Bize öyle bir çerçeve veriniz ki, isim isim onları tanımasak da, sözleri kendilerini ele versin ?

Şia, Sebeciler, Rafiziler ve Caferilerin Belini Kıran Sorular



Adına Şia, ceferilik, sebecilik, rafizilik, husilik hurufilik denilen fırka ile, dini meselelerimiz tartışılmaz. Takıyye adı altında münafıkça hareket ediyorlar.

Aslında 1400 senedir uğraştıkları mesele, basit bir mesele değildir. Dini kökten tahrif meselesidir. Çünkü eshab-ı kiram kötülenince, bunların mürted, münafık oldukları güya ispatlanınca, müslümanlar arasında yayılınca, kabul görünce, din otomatikman yıkılmış olacaktır. Çünkü Kur’anı da dini de bize bildiren onlardır. Onlar mürted yani kâfir olunca bildirdiklerinin ne önemi kalır. Ortada din kalır mı?

Peygamberimizi ve İslam büyüklerini ziyaret ve onlarla tevessül



Her sözüne itimad edilecek, kendisine salât ü selam getirilecek ve kendisiyle tevessül edilecek ilk kişi şüphesiz kiPeygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Allah indindeki derecesi de bütün yaratılanların derecesinin üstündedir. Onun için hem sevgili Peygamberimiz’le hem O’na tâbî olduğu için yüksek derecelere eren mübârek zâtlarla kıyamete kadar tevessül edilebilir.

Ölümünün Ardından Ölenin Kerâmeti ve Şerefi Bâkîdir

Ölüye kabrinde hürmet etmek, evinde hürmet etmek gibidir. Çünkü kabirler, ölülerin yurtları ve ziyaret mahalleridir. Rablerinin rahmeti onların kabirlerine yağmaktadır. Yüksek derece sahiplerine özel tecellîler inmektedir

Allâh-u Te‘âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlar, Rasûlüne, Ehl-i Beyt’ine ve diğer âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selamlar, evliyâ ve meşâyıha tâzim ve senâlardan sonra; dergimizin başlangıcından bu yana tevessülle ilgili bazı konuları delilleriyle beraber îzaha çalışmış ve bu hususta birkaç soru sorup cevaplandırmıştık.

Takip edenlerin bileceği üzere dördüncü soru; ölünün vefatının ardından bir değerinin olup olmadığı sorusuydu. Bugünkü yazımızda inşâallâh bu konuyu vuzûha kavuşturmak için gerekli delilleri serdedeceğiz.

Ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet’in mezhebine göre; ölümünün ardından ölenin kerâmeti ve şerefi bâkîdir. Peygamberlik, ölümle son bulmadığı gibi velîlik de nihayete ermez. Üstelik Allâh-u Te‘âlâ’nın, vefat etmiş sâlih kimselerden bir çoğuna ikram ettiğine dair elimizde deliller mevcuttur. Nitekim Ebû Dâvûd: “Şehidin kabrinde görülen nur” bâbında Âişe (Radıyallâhu Anhâ)’nın şu rivâyetini nakletmiştir: “Necâşî öldüğünde biz onun kabri üzerinde sürekli nur göründüğünü anlatırdık”1

Vehhâbilik Nedir?

On sekizinci asrın ortalarında Arabistan Yarımadasında Necid bölgesinde Mehmed bin Abdülvehhab tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol, fırka. Mehmed bin Abdülvehhab 1699 (H.1111)da Necd’de, Hureymile kasabasında dünyâya geldi. 1791 (H.1206)de öldü. Önceleri seyâhat ve ticâret için Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitti. İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okuyarak onun sapık fikirlerinin savunucusu ve yayıcısı oldu (Bkz. İbn-i Teymiyye). Yazdığı kitaplarıyla ve bozuk düşünceleriyle köylüler ve Der’iyye ahâlisini ve bunların reislerini aldatıp, saptırdı. Vehhâbilik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere “Vehhâbi” ve “Necdî” denir. Vehhâbilik daha sonraları dînî ve siyâsî görüş olarak Arabistan Yarımadasına hâkim oldu.

Düşüncelerinin temeli, üç meseledir:

1. Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim etmeli, diyorlar!

2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar!

3. Yine bunlara göre; mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir diyorlar!

Böyle bozuk fikirlere ilk önce babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan (öl. 1772) tarafından Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir.

Vehhabî Vahşeti


Yukaridaki resim Hz Hatice Annemizin türbesi önceki hali.
Alttaki resimde ise Vehhabilerin türbeyi yıktıktan  sonraki hali


Prof. Dr. Z. Kurşun şunları yazıyor [1]:
“İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar"demektedir.”

Doç. Dr. M. A. Büyükkara'nın kitabından [2]:
“Kendilerinden olmayan veya kendileri gibi olmayan insanlar, Vehhabî ulema ve İhvan açısından kafir veya en azından kınanmayı haketmiş mücrim ve fasık kişilerdir.” (s.66)
“Önlerine çıkan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, kim olursa olsun genellikle sağ kurtulamazdı. Esir alma adetleri yoktu.” (s.78)

Prof. Dr. Erman Artun da şu bilgileri veriyor [3]:
“Vehhabîler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kur'an ve Hadisler dışındaki kaynakları bid'at kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerinin ve ashabın mezarlarını yıktılar. ... Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”

Dipnot
[1] Doç. Dr. Zekeriya Kurşun, Tarih ve Medeniyet, Sayı 30.
[2] Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan'dan Cüheyman'a Suudi Arabistan ve Vehhabîlik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004.
[3] Prof. Dr. Erman Artun, 19. Yüzyıl Osmanlı Dönemi Ortadoğu’nun Sosyal Tarihine Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin Vehhabî Destanı. (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.)

28 Şubat 2012 Salı

Sapıtanlar Zümresinden Vehhabilik Nedir ?




Kurucusu : Muhammed bin Abdulvahhab’dır. Hicretin 1111 (miladi 1699) senesinde Necid‘de Hüreymile kasabasında dünyaya gelmiş … Necid Yemene Yakın bir bölgedir. Kuraktır. Hakikaten gittiğinizde ne kadar bereketsiz bir yer olduğunu görürdünüz.

Buhari ve Müslim, Abdullah B.Ömer (r.a)’dan rivayet etmişlerdir. Allah’ın resulü şöyle buyururken duydum: “Dikkat edin fitne buradadır. Şark-ı gösteriyordu şeytanın boynuzunun çıktığı yerde” Buyurdu … ( O yönde NECİD ‘ dir…. )

Buharinin naklettiği dğer bir rivayette de şu kaydı vardır: “Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: Allah’ım şam’ımı mubarek et. Yemen’imizi mubarek kıl” dedilerki, ya Rasulullah necd’e de dua edermisin? Üçüncüde zannedersem şöyle dedi: zilzal orada, fitneler orada! Şeytan boynuzu oradan doğar.” Buyurdular kâinatın efendisi ( sallalahu aleyhi vessellem)
Şuana kadar ki en büyük fitne Vehhabiler olmuştur.

Vehhâbîlerin sayılmayacak kadar çok yanlış fikirleri varsa da; dinlerinin temeli üç şeydir:

1) Amel, ibadet imanın parçasıdır, diyorlar. “Bir farza inandığı halde, tembellikle yapmayan kimse, mesela: bir namazı kılmayan, hasisliğinden (cimriliğinden) dolayı zekât vermeyen kâfir olur, bunu öldürmeli, mallarını Vahhâbîlere taksim etmelidir”  diyorlar.
(Milel ve Nihal) tercümesi 63. sayfasında diyor ki: Ehli sünnet âlimleri söz birliği ile dediler ki; ibadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Yalnız namaz kılmayan için söz birliği olmadı. Hanbelî mezhebine göre tembellikle namaz kılmayan için kâfir olur denildi. Diğer ibadetler için denilmedi. O halde Vehhâbîler bu bakımdan da Hanbelî sanmak yanlış olmaktadır. Ehli sünnet olmayanların Hanbelî de olmayacağını on dokuzuncu ve otuz üçüncü sayfalarda bildirmiştik. Dört mezhepten birinde olmayanlar, Ehli sünnet değildirler. (Kıyamet ve Ahiret) kitabının müslümana nasihat kısmında, bu konuda geniş cevap vardır. Lütfen oradan okuyunuz. 

2) “Peygamberlerin ve evliyâların ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarını ziyâret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Meyyitte his yoktur” diyorlar. Mezardakine söyleyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz (sav) ve büyük âlimler, veliler böyle dua etmezlerdi. Peygamberimiz (sav) Medine’deki (Baki) kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyaret etmeye giderdi. Kabirdekilere selam verdiği ve onlarla konuştuğu Vehhâbîlerin (Fethul Mecid) adlı kitaplarının 485. sayfasında da yazılıdır.
Peygamberimiz (sav) dua ederken: Dua: “(Allahümme inni es elüke bi hakkıs sailine aleyke) Ya Rabb’i, senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için senden istiyorum” derdi ve böyle dua ediniz buyurdu. Hz. Ali’nin annesi Fatıma’yı (ra) kendi mübarek elleri ile mezara koyunca: (İğfirli ümmi fatımate binti Esed ve vessi aleyha Medhaleha bi hakkı Nebiyyike vel Enbiyailleziyne min kabli inneke erhamür-rahimiyn) demişti. Bu dua; Ya Rabb’i, annem Fatıma binti Esed’i mağfiret eyle. Yani günahlarını affeyle, içinde bulunduğu yeri genişlet. Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duamı kabul et. Sen merhametlilerin en merhametlisisin demektir. 

Ensar’ın büyüklerinden Osman bin Huneyfin bildirdiği Hâdîs-i Şerîfte: iyi olması için dua isteyen bir a’maya abdest alıp iki rekat namazdan sonra: (Allahümme inni es’elüke ve eteveccehu ileyke bi Nebiyylike Muhammedin Nebiyyirrahme Ya Muhammed inni eteveccehu bike ila Rabb’i fi haceti hazihi litakdiyeli allahümme şeffihu fiyye) duasını okumasını emir etmişti. Bu duada dileğin kabul edilmesi için Muhammed (sav)’i vesile etmesi emir olunmaktadır. 

Ashâbı kiram bu duayı hep okurdu. Bu dua (Eşi’at-ül lema’at) ikinci cildinde ve (Hisnül hasin) de senedleri ile birlikte yazılıdır.

Şerh ederken Peygamberini vesile ederek sana dönüyorum demektedirler. Bu dualar gösteriyor ki, Allahü Teâlâ’nın sevdiklerini araya koyarak onların hatırı ve hürmeti ile dua etmek caizdir.

Her Soruya Cevap Vermek Hiç Kimseye Soru Sormamak


İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil
halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.

Farzelelimki Peygamber efendimiz "her soruya cevap veririm" diye bir hadisi var bu hadis Said nursi ve taraftarlarınca  bir delil teşkil etmez !!!
Niçin etmez ? etmez çünkü bu sözü Peygamber efendimiz söyleseydi 
- Allahın - Vahyin ve Cebrailin muhatabı bir Peygamber söylemiş olurdu ve hiç bir müslümanda bunu yadırgamazdı
Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre!

Rabıta Şirkimi Yoksa Tevhitmi ?



Soru:

"Rabıta yapan kişinin şeyhini yanında düşünerek günahlardan uzaklaştığını söylemesi ve ondan sakınması doğrumudur. Çünkü her anımızı,her yaptığımızı gören Allah (c.c.) sakınılmak için kuluna yeterlidir. Şayet Onun varlığı, her şeyi gördüğü ve bir gün hesaba çekeceği inancı yeterli olmuyorsa zaten o kişinin imanında bir problem var demek değilmidir." 

El cevap:

Şii’lerin Hz.Ömer’den Nefret Sebebi ve Şİİ İRAN GERÇEKLERİ…


Şiiler namazlarında, türbelerinde, dualarında, dini bayramlarında Hz. Ömer’e lanet ettikleri gibi, işleri ters gittiğinde “Hay lanet Ömer’e!” derler.
Hatta İran devleti Hz. Ömer efendimizi Şehid eden Ebu Lü’lü kafirinede türbe yaptı. Mubarek bir zat gibide ziyaret edip ona hayır dua ederler.!!!

23 Şubat 2012 Perşembe

Sahtekar Şeyh Nazım Kıbrisi ve Sahtekar Şehzadesi Selim Han



Kamera önlerinde kadınlarla oynaşıyor...
Ağzında düdükle cin çıkartma ayini yapıyor...
Milyonların önünde ekranlarda küfür ediyor...
Bağlıları ayetleri sazla cazla okuyup kafa sallıyor...
Kendi dahi kadın erkek karışık zikir(!) yapıyor....
Adnan Oktar gibi belgeli bir ruh hastasını mehdi ilan ediyor ve bizim milletimiz bütün bunları gördüğü halde hala bu şaşkın herifin ardına Şeyh diye düşüyor...

Yetmedi, şimdi bir de bir Ermeni tohumu Türk'ün başına Sultan edilmeye çalışılıyor... Hilafeti kaldıran İngilizler. Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmek için halifeliği yeniden getirmek istiyorlar... Bunun için birçok aktörü aynı anda sahneye sürüyorlar. Ne garabet...------

Şia 'nın Hz. Ömeri Şehit Eden "Mecusi Ebu lü'lü" Sevgisi



Şiiler Ebu lü’lü ye kabir yapmışlar ve kabrini ziyaret edip burada dua ediyorlar. Kabrin üzerindede Ebubekr’e ölüm, Osman’a öüm yazıyor. (Radıyallalahu Teala Anhum) Bu adam (Ebu lü’lü) Hazreti Ömer’i şehid eden daha sonrada intihar ederek hayatına son vermiş bir mecusi kafiridir. Fakat Şiiler böyle olduğunu bile bile kendi dualarında Mecusi kafiri Ebu Lü’lü ile birlikte haşredilmesini niyaz ediyor. Buda tabi hazreti Ömer’e olan nefretlerinden ileri geliyor.

Risale-i Nur Kitaplarında Neden Değişiklik Yapılıyor !!!


Mustafa Kaplan Bey, “Risale-i Nurlara el atıldığını ve bazı değişiklikler yapıldığını” yazıyor ve haklı olarak sert bir şekilde de tenkit ediyordu.

Sakarya Üniversitesi hocalarından Sayın Dr. Alaaddin Yalçınkaya da Cemaleddin Efgani isimli eserinde bu değişikliklerden birine dikkat çekiyor. Alaaddin Bey’in i...fadeleri şöyle:

“İttihad-ı İslâm (İslâm birliği) ve Cemaleddin Efgani ile alâkalı, Said Nursi’nin de bazı görüşleri vardır. Said Nursi şöyle demektedir:

“… Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı usuldeki üstadlarım) Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”
(Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet.)

Alaaddin Yalçınkaya devam ediyor:

“Said Nursi’nin bu konudaki görüşleri, arada küçük olmakla beraber farklı yorumlara sebep olabilecek diğer bir kaynakta şöyle nakledilmektedir:
“İşte ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilayat-ı şarkıyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Süavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki…”
(Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-i Musibet’in Şehadetnamesi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Aksi Seda Matbaası, Samsun, 1957, s 14-15)

Fark ortada. Birindeki “Kürt” kelimesi diğerinde “vilayat-ı şarkiye - doğu illeri” olmuş. Bu durumda, insan “Yoksa Risale-i Nurlarda benzer şeyler yapıldı mı?” diye düşünmez mi? Demek ki, Mustafa Kaplan Bey feveranında yerden göğe kadar haklı…
Bir kelimenin değiştirilmesine bile bizzat Risale-i Nur’un yazarı şiddetle karşı. Bakın:

Mana daha güzelleşiyor diye Fihrist Risalesi’ne yapılan çok küçük bir ilaveye itiraz eden Said Nursi, şiddetli bir tokat aşkettikten sonra,
“Titremeliydiniz. Ben dahi (Risale-i Nur’a) kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırırsınız!” demiştir. (ittihad.com.tr sitesindeki 14 sahifelik metnin 6. sahifesi. Aynı cümle Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de de mevcut.)

1996 veya 97’de Aksaray Akgün Otel’de Risale-i Nur toplantısı yapılmıştı. Galiba Filistin’den gelen hatipdi; konuşması içinde
“Said Nursi, üstadlarım Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Ali Süavi diyor” dedi. Konuşmaları anında tercüme eden Suat Yıldırım Hoca, hatibin bu cümlesini tercüme etmedi. Arkasından, Suriyeli Ramazan el Buti konuştu. İşe bakın ki, bir önceki hatibin söylediğini o da söylemesin mi… Suat Hocamız, Buti’nin o cümlesini de es geçti. Bendeniz, tercümede bazı yerleri niçin atladığını yazıp kâğıdı masaya bıraktım. Suat Hocamız cevap vermek mecburiyetinde kaldı ve “Efendim biz polemik olmasını istemiyoruz” dedi. Hoca kendine göre bu iki ismi yani Abduh ve Cemaleddin Afgani’yi Said Nursi’nin üstadı olarak göstermek istemiyordu. İyi de, Said Nursi kendisi bu isimleri vermekten çekinmemişse bize ne oluyor?..

Sizin anlayacağınız değerli okuyucular, böyle şeylere şahit oldukça, Mustafa Bey’e bir defa daha ‘haklısın’ demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

http://akademim.blogspot.com/

Tasavvuf Müdafası


TASAVVUF MÜDÂFÂSI -I-

Giriş; bu makaleyi niçin yazdık?

İslam Alemi, Osmanlı’nın imzaladığı Karlofça antlaşmasından itibaren siyasi bir gerileme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte, Müslümanlar muhtelif fikir çatışmaları yaşadılar. Ancak su götürmez bir gerçek olarak söylemek gerekir ki üç asırlık dönemde, mutasavvıflar kadar acımasız, sert ve insafsız tenkide uğrayan bir başka zümre yoktur.

Asr-ı Saadette ve Selef-i Salihin devrinde, İslamî İlimler bugünkü gibi dallara ayrılmamış, sınırları çizilmemişti. Zaten o devirde, ilim tahsili bugünkü gibi de değildi. Selef uleması, ilmi başkaları için değil kendi kemalatları ve yaşantılarını düzeltmek için tahsil ediyorlardı. Ne amelî ne itikadî mezhepler vardı, ne de tarikatlar mevcuttu.

Bu devrede tasavvuf, zühd hayatı olarak algılanmış ve yaşanmış, zaman içinde sistemleşmesini tamamlamış ve bugünlere ulaşmıştır. Bu tarihsel süreç; fıkıh için de, hadis için de böyledir. Zaman içinde fıkıh ilmi nasıl sistemleşip mezhepler zuhur ettiyse, tasavvufun da sistemleşmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir

İslam Coğrafyasını bir uçtan bir uca dolaştığınızda, göze çarpan şey çoğunlukla tasavvufi nefeslerdir. Ümmet-i Muhammed'in 1400 senelik tarihinde, tasavvuf ilmi kadar yaygın alaka gören bir başka ilim olmadığı gibi; asrımızda da tasavvuf kadar tartışılan bir başka ilim dalı olduğunu söylemek çok zordur.

Orta Asya steplerinden, Basra çöllerine; Mağribden Tuna boylarına kadar ümmetin ayak seslerinin duyulduğu her yerde, mutasavvıflar da vardır. Orta Asya steplerinde ‘Pir-i Türkistan’ olur tasavvuf. Göçebe Kırgız ve Kazakların sinelerine İslamî nefesleri, hikmetleri saçar Hace Ahmed Yesevi (ks). Divan-ı Hikmet’i bugün bile okunur. İnsanlara Hakk’ı ve hakikati aşılamaya devam eder. Buhara’da Şah-ı Nakşibend (ks) olur. Kalpleri Allah kelamıyla dantel dantel işler. İşlediği kalplerin esintileri günümüzde bile ölü gönülleri diriltmektedir.

Gah Necmeddin-i Kübra (ks) olur. Kılıç elde cihada çıkar putperest Cengiz Han’a karşı. Kanı sular toprakları. Bazen Hindistan’da İmam-ı Rabbani (ks) olur. İkinci bin yılın müceddidi olmakla kalmaz; o devrin çile ve direniş timsali olur. Ekber Şah’ın İslam’dan, Budizm’den ve Hıristiyanlık’tan devşirdiği ‘Din-i İlahi’ adlı uydurma dinine geçit vermez. Dahası Mektûbat’ı bugün bile ümmetin başvuru kaynağıdır.

Libya'da Ömer Muhtar'dır (r.aleyh) tasavvuf. Senusiyye Dervişleri, Ömer Muhtar'ın liderliğinde şimşek olur İtalyanların üstüne. Kafkaslar'da Gazi Muhammed'dir (r.aleyh); Şeyh Şamil'dir (ks). Şimşeklerin adı bu sefer Nakşibendiyyedir. Mısır'da Hasan el Benna'nın (r.aleyh) şahsında kıyam eder Şazeliler. İhvan-ı Müslimin sonradan tasavvuf karşıtı bir olguya dönüşse de aslında bir Şazeli dervişi Şehid Hasan-el Benna’nın kurduğu teşkilattır.

Basra çöllerinde Ahmed-Er-Rufai olur; Bağdat’ta Abdulkadir Geylani; Endülüste Muhyiddin-i Arabi. Macaristan’da Gül Baba’dır; Dobruca’da Sarı Saltuk. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı’dan 150 sene önce salmıştır Sarı Saltuk’u Romanya’ya. (Allah sırlarını âlî eylesin)

Sadece cihad da önder değildir dervişler. Hangi ilim dalına bakarsanız bakın bir sufi tacı göreceksiniz. Şeyh Galib'i mi sayalım yoksa Itriyi mi? İsmail Hakkı Bursevi'yi mi söyleyelim, Aziz Mahmud Hüdayi’yi mi? (Allah sırlarını âlî eylesin) Her asırda İslam coğrafyasına mührünü tasavvuf vurmuştur. Bir iki istisna hariç tutulursa (Kadızadeliler gibi), yıllarını ilme vermiş ulemadan itiraz da yükselmemişti tasavvufa.

Çıkarın sufileri tarihten, bakalım geriye ne kalacak?... Mevlana'yı Konya'dan; Şeyh Şaban-ı Veli'yi Kastamonu'dan alın. Bakalım ortada ne kalacak? Fatih'e Konstaniyye sevdasını aşılayan Bayrami Şeyhi Akşemseddin değil miydi? (Allah sırlarını âlî eylesin)
İstanbul'un manevi fatihi başkası mıydı? Geçmiş böyle de bugün farklı mı sanki?

Tanzimat’la başlayan Batılılaşma ve Avrupalılaşma rüzgarlarının önündeki setler değil miydi meşayıh? Sahi, I. Dünya Savaşı’nda Ruslara ve Ermenilere karşı Bitlis’te dervişleri ile beraber silaha sarılan Nurşinli Şeyh Muhammed Diyauddin (ks)’ya bizzat Atatürk teşekkür mektubu göndermemiş miydi?

Mehmed Zahid Efendi; rahlesinde iki cumhurbaşkanı, dört başbakan, sayısız bakan ve milletvekili yetiştirmişti. Süleyman Hilmi Efendi'nin Arapça ve Kur’an öğretme gayretini; Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve takipçilerinin sünnete ittibasını; Seyyid Abdülhakim Hüseyni'nin alkolikleri adam etmesini görmezlikten gelebilir misiniz? Alın bakalım Necip Fazıl'ın kalbinden Seyyid Arvasi'yi? Ortada ‘Çile’ mi kalacak ‘Çöle İnen Nur’ mu? (Allah sırlarını âlî eylesin)

Her alandaki manevi ve kültürel birikimi, bir kalemde İslam dışına itmek, ne iman ve insaf sahibi insanların, ne de vicdan ve izanı olan şahısların yapacağı bir iştir. Ancak, son dönemde türeyen bazı guruplar var ki, tasavvufu İslam dışı gösterme gayreti içerisindedirler. Özellikle bu görüş sahiplerine ve onlardan etkilenerek tasavvufa şüpheyle bakan kişilere cevap olması bakımından, bir kaç sayı devam edecek bir yazı dizisi hazırlamak istedik.

Bu tür bir gayret içerisindeki zümrelerin hepsini aynı kefeye koymak elbette doğru değildir. Bir kısmının tasavvuf karşıtlığı, cehaletten veya kulaktan duyma sözlerden ibarettir ki izalesi gayet kolaydır. Bu anlayışta olan Müslümanları ilmi ve akli deliller göstererek aydınlatmak mümkündür.

Bir diğer zümre ise meşrebi görüşlerinden hareket etmektedir. Kendilerini ‘tevhidi çizgi’ olarak tarif eden bu kategorideki gruplara baktığımızda, temel anlamda tasavvufu anlamaktan uzak, ayetlerin iniş sebebini gündeme getirmeyen, siyak-sibak (öncelik-sonralık) bütünlüğüne önem vermeyen bir anlayışta olduklarını görürsünüz.

İleride tekrar değinmek üzere kısa bir örnek verelim ki Bedir’de ölen müşrikler hakkında inen bir ayeti, müminler hakkında kullanmaktan çekinmezler. Bahse konu ikinci kategorideki kişilerin eserlerinde, geçmiş ulemaya atıfların hemen hemen hiç yapılmadığı veya sınırlı sayıda, uç noktada denebilecek ulemadan nakil yapıldığı göze çarpar.

Biz bu yazı dizisinde, batılı tasvir etmekten, hatalı görüşleri dile getirmekten özellikle kaçınmaya dikkat ettik. Doğrudan doğruya tasavvuf ehline en çok sorulan soruların cevapları üzerinde durduk. Şunu da ifade edelim ki tasavvufu tam olarak anlatmak, ne bizim nakıs bilgimizle yapabileceğimiz bir iştir, ne de dergi sayfaları bu iş için yeterlidir. Bu çalışma, sadece Kur’an ve Sünnet’te tasavvufun izini sürmekten ibarettir.

Kasîde-İ Nûniyye, Es-Seyfü’s-Sakîl Ve Tekmile’si Işığında İbn Teymiyye


Hüseyin Avni

عُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bu makalede inşâellah, İmâm Takıyyüddîn es-Sübkî’nin, İbn-Kayyim el-Cevziyye’nin yazdığı Kasîde-i Nûniyye’ye reddiye/cevâb olarak kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sakîl isimli eserini tanımaya çalışacağız. Yazımız bir mukaddime, beş fasıl ve bir hâtime/netîce çerçevesinde olacaktır.

22 Şubat 2012 Çarşamba

"Said-i Nursi bir mason veya Komünist kadar tehlikelidir"





Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.

Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.

Mukteda Sadr'dan Sünni Katline Fetva !

Sapitanlar.com/Türkiye’de belirli kesimlerin ısrarla direniş yanlısı, müslümanların birlik ve beraberliğini isteyen bir kişi gibi propagandası yapılan Şii lider Mukteda Sadr adlı şahsın gerçek yüzünü TÜRKÇE İLK DEFA YAYIMLANAN bu belge ile kamuoyuna göstermeye devam ediyoruz…

Şeriat Nedir?

Şeriat arapça kökenli bir sözcük olup; “yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol” anlamına gelir. Dinimizdeki terimsel anlamı ise “ilâhî emir ve yasaklar toplamı”, “Kutsal kitabımız Kur’an’ın âyetleri, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve Sellem)’in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun”dur.

Bu açıdan anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, “dinin insan eylemlerine (amel) ilişkin hükümlerinin bütünü”, “dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı”, “İslam Hukuku” gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Kısaca dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir.
Şeriat sözcüğü şer’ sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Bu sözcük beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır.

Şeriat koyana “Şâri’”denir. İslam dinine göre tek şâri’ yani şeriat koyucu (yani kural/hukuk koyucu) ALLAH’dır. Ayrıca İslam dininde Peygamberler Allah’ın hükümlerini yani şeriatını ortaya koydukları ve insanlara haber verdikleri nedeniyle şari olarak anılabilirler. Şeriat sözcüğünün çoğulu “şerâyi”dir.
Şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. “Musa’nın şerîatı” gibi.
Kelimenin terim anlamı Mekke’de inen şu âyette görülür: “Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma” (el-Câsiye, 45/18).

Peygamberimizden önce de birçok peygamber gelmiştir, bu peygamberlerin bazıları da Allah tarafından yeni bir şeriat yani kanun ile gönderilmiştir. Peygamberimiz’in getirdiği şeriat ta önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu, Kuran’ı Kerimin şu ayetinde görülebilir:
“Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şeriat olarak koydu” (eş-Şûrâ, 42/13). .

Şeriatın Üç Ana Bölümü;
İslam hukuku (fıkıh) âlimleri, şeriatı üç ana bölümde incelemiştir: İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.

İbadetler: İbadet İslam’da, genel olarak Allah’ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban bu ibadetlere örnek olarak verilebilir.

Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.

Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve/veya toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedeni, mali veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar

İslam Şeriatının Kaynakları
İslam şeriatı klasik olarak temelde dört delile dayanır.Bunlar Şer’i deliller olarak da anılan:
Kitap Kur’an, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’tır.
Kitap (Kur’an, içerdiği hükümler)
Sünnet (İslam’ın son peygamberi Muhammed’in söz ve fiilleri)
İcmâ’ (İslam bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları konular)
Kıyas (birbirine benzeyen meselelerin hükümlerinde de benzerlik bulunması)

Şeriatı kimler istemez?
Açık açık söylemek gerekirse; şeriatı kafirler istemez. Her Müslüman günahkarda olsa şeriatı talep eder. Zaten eğer böyle bir talebi olmaz ise Müslüman olamaz.
Şeriata kafirler, menfaatlerine ters düştüğü için karşıdır. İsrail’de de Tevrat şeriatı var ama Amerika’nın veya Avrupa’nın  menfaatine dokunmadığı, İslam düşmanı bir yapı olduğu için karşı çıkan var mı? Yok.
Şeriat, bir İslam ülkesinde olursa iş farklı olur. Çünkü İslam şeriatı Kâfirler ile cihat etmeyi farz kılmıştır. Düşmanı ve dostu belirlemiştir. Dolayısı ile Kafirler İslam şeriatını bir tehdit olarak görmektedir ve istememektedirler.

Şeriat Allah’ın Kanunu Olduğuna Göre
Buraya kadar anladık ki; şeriat, Allah’ın insanların hayatlarını düzene ve nizama sokmaları için gönderdiği kanunların tümüdür. Yaratılanı en iyi yaratan bildiğinden dolayı onların hastalıklarına neyin şifa olacağını ve ilacını da en iyi ALLAH bilir. Dolayısıyla bizim dertlerimizin yegâne çaresi İslamdadır.

İslam’ı hayat ölçüsü yapan milletler yükselmiş, dünya devleti haline gelmiştir. İslamı bir kenara koyarak kul kanunlarını esas alanlar ise alçalmış, kendi başında türeyen binlerce bela ile baş edemez hale gelmiştir.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki; insanların koyduğu kanunlar bir çare olamamaktadır. Çare olmamakla birlikte insanlara itiraz hakkı vermekte, boşluklar meydana getirmektedir. Kanunlar kullara bırakıldığı zaman işin içine menfaat ve keyfiyet girebilmekte adalet uygulanamamaktadır.

Şeriatın her sorunda kesin çözüm olduğuna dair bir örnek yeterli olacaktır. Osmanlı devletinde uygulanan şeriat ile zirvelere çıkılmıştır. Mesela 600 küsürlük Osmanlı döneminde 7 yahut 8 kere hırsızlık olayına rastlandığı kaydedilmiştir. Günümüzde her mahalle ve semtte yaşanan hırsızlık ve alenen gündüz gözü ile yaşanan kapkaçlar bize aradaki uçurumu göstermeye yeter ve artar.

Her Müslüman şeriatı dünya hayatına hâkim kılması için ALLAH’a dua etmelidir. Balığın suda rahat ettiği gibi Müslümanlar şeriatta rahat ederler…

Sünnetin Önemi ve Terk Etmenin Zaraları


SÜNNETİN ÖNEMİ VE TERKETMENİN ZARARLARI
“Rahman ve Rahim Olan ALLAH’ın Adıyla”
“Resule itaat eden, ALLAH’a itaat etmiş olur” (Nisa,80)

“ALLAH ve Rasulü bir işe karar verdiği zaman, gerek inanan bir erkeğin gerek inanan bir kadının kendilerine ait bir işte TERCİH hakları olamaz. Her kim ALLAH’a ve peygamberine asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur” (Ahzâp-36)

21 Şubat 2012 Salı

Sakal Bırakmayanların Asılsız İddiaları ve Cevaplar

1-Sakal Sünnet Olmayıp Arapların Adetidir (!)
Bazıları sakal sünnet değildir Arapların adetidir.”Peygamber Efendimiz kendi kavmi sakallı olduğu için sakal bırakmış ve uzatılmasını emretmiştir,asrı saadete bakıldığında bütün müşriklerinde sakallı olduğu görülmüştür.Dolayısıyla Efendimiz bu hususta kavmine muhalefet etmemiştir”demektedirler…

Hatta bazı gafiller “Efendimiz hayatta olsaydı O da sakalını tıraş ederdi” diyecek kadar ileri gitmiştirler.
Cevap olarak denir ki;
Rasûlullah Efendimiz Arapların adet ettiği bir çok şeyi iptal etmiş, o devirde revaçta olan bir çok âdete uymamış ve ümmetininde uymasına razı olmamıştır.
Mesela dövme yapmak,saç ekletmek(peruk),çocukları öldürmek,kız çocuklarını diri diri gömmek,Beytullah’ı çıplak tavaf etmek gibi….
Eğer Rasûlüllah Arap örf ve adetlerine bağlı olan biri olsaydı bu gibi bazı adetleri yasaklamaz veya serbest bırakmazdı. Sakalda bunlardan biridir.
Diyelim ki sakal bir adettir. Peki bu kimin adetidir? Bütün peygamberlerin istisnasız işlediği bir adettir.
Sakallarını her gün kazıyan ve bu iddiada bulunanlara soralım sakalı tıraş etmek kimin âdetidir? Biz söyleyelim; Sakalsızlık Hind Mecusilerinin âdeti, kendini kadınlara benzetenlerin alameti, nihayet kokuşmuş batının ve kâfirlerin geleneğidir. Bunun aksini kim iddia edebilir?

2-İman Ve İslam Sakaldan İbaret Değildir. Sakal Kesmekle İnsan Kafir Olmaz (!)
Sakal tıraş etmeğe devam etmek büyük günahlardan biridir. İnsan bir günah sebebiyle imandan ve islamdan olmaz(çıkmaz).Nitekim bütün büyük günahlar böyledir. Kişi helal kabul etmeyerek işlediği herhangi bir günah sebebiyle kâfir olmaz. Ehlisünnet itikadı budur.
Lakin Allah aşkına soruyoruz;
İman ve İslam Allah katında kabul ve sevimlilikte yeterli olsaydı İslam’ın emir ve yasaklarına gerek kalırmıydı? Hadis kitapları hayır amellerine teşvik, kötü amellerden sakındırmayla dolu olurmuydu? Günahkârlar kabir ve cehennem azabıyla tehdit edilirmiydi?
Sakalını tıraş edenler; Efendimizin ”sakalını bırak” emrine boyun eğmeyip nefislerinin keyfine uymakta ve şeytanlarına itaat ederek düşmanlarını taklit etmekte ve Efendimizin emrini hafife almaktadırlar.
Şeyhul Meşayıh Et Tenhavi buyurmuştur ki: Sakal tıraşını güzel görerek tıraşa devam eden,sakal bırakmayı ar ve utanç vesilesi kabul ederek sakallılarla alay eden kişinin imanın sağlam kalması düşünülemez(mümkün değildir).
Sakal uzatmak bazı ahmaklar katında utanç vesilesi olsada bir Müslüman’ın bu gibi beyinsizler yüzünden yapması gereken şeyi terk etmesi caiz değildir.
Eğer biz insanların sözlerinden etkilenecek olursak imanımız dahi elde kalmaz.Çünkü kafirler islamı ve imanıda utandırıcı bir vasıf saymaktadırlar.