akaid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akaid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2014 Perşembe

Doksan Dokuz Şey Küfrünü, Bir Şey de İslam'ını Gösteren Kişiye ‘Kâfir’ Denemez mi?



Doksan Dokuz Şey Küfrünü, Bir Şey de İslâm’ını Gösteren Kişiye ‘Kâfir’ Denemez mi?

 ‘Doksan dokuz’ ve ‘bir’ sözü, ya ilim, akıl ve idrâk kısırlığı yüzünden anlaşılmıyor veya hâinlik olduğundan farklı anlaşılıyor ve anlatılıyor. Zîrâ, değil doksan dokuz şey küfrünü, bir şey de İslâm’ını gösterdiği takdîrde, dokuz yüz doksan dokuz mes'ele îmânı, bir mes'ele de açık ve kesin olarak küfrü gösterdiği takdîrde bile bu vasfı taşıyan kişiye Mü'min denilemez, kâfir denilir. Bunun böyle olduğunu, İslâmî ilimlerden azıcık haberi olan her akıl ve idrâk sâhibi bilir.

‘Bir kişinin doksan dokuz mes'ele küfrünü, bir mes'ele de Müslümanlığını gösterse, o kişi mü'mindir’ sözü, hiçbir akâid kitâbında bulunmayan saçma bir sözdür. Bazı kitâblarda yer alan söz tamamen farklıdır. Doğrusu, ‘yüz ihtimâlden doksan dokuz ihtimâli küfrü, bir zayıf ihtimâl de îmânı gösteren bir mes'ele’den dolayı bir Mü'mine kâfir denilemez’ şeklindedir. Aralarındaki fark ise aklı ve ilmi olanlar katında çok açıktır.
H. Avni

11 Mart 2013 Pazartesi

Amel İmandan bir parçamıdır?



İmam Âzam Ebû Hanîfe şöyle diyor:
“Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman müminden amel yapma mükellefiyeti kalkar. Amel kalktığı zaman iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız kadın, bu halde iken namazın hükmü kendisinden kalkar. Böyle bir kadın için, iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut, kendisine imanı da terk etmesi emredilir, denilmez. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine: Orucunu terk et, sonra onu kaza et, buyurmuştur. Kendisine imanı da terk et sonra onu kaza et, denilemez. Yine, fakire zekât borcu yoktur, denilir; fakat, fakire iman gerekli değildir, denilemez, Eğer amel imandan bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.”
El Vasıyye

Sırât-ı Müstakîm





İmam Rabbani (k.s);
Bu sebeble, bir şahsın(Alim/Şeyh/Hoca dahi olsa), hardal tanesi mikdârınca (en küçük konuda), şu büyüklerin (büyüklerden kasıt Ehlisünnet Âlimleri topluluğudur, İbni Teymiye, İbni Kayyım, Albani, Mevdudi, Seyyid Kutup gibi zevatlar değil) Sırât-ı Müstakîm olan yollarından çıktığı bilinirse, onunla sohbeti (berâberliği, konuşmayı, kitaplarını ve sözleri okumayı) öldürücü bir zehir(i içmek) olarak i’tikâd etmen(inanmalı), onunla oturup kalkmayı da zehirli yılanla oturup kalkmak olarak görmen lâzımdır. Onlar (Ehl-i Sünnet imâmları) hakkında hüzün ve tasaları olmayan ilim talebeleri de (hangi fırkadan olurlarsa olsunlar) din hırsızlarıdır(dîninizden çalan) kimselerdir. Bunlarla berâber olmaktan ve konuşmaktan sakınmak dahî, (dînin) zarûriyyât(ın)dandır/mutlaka bulunması ve uyulması gereken îcâblar(ın)dandır. [Mektûbât:1/185, 113] 213

Kitap Tanıtımı



Ehli Sünnet Akaidi


İmam Ebul Yusr Muhammed Pezdevî tarafından yazılan bu eser, Maturidî itikadına göre hazırlanmış 100'den fazla mes'elelere cevap verilmiştir. Her müslümanın okuyacağı ilk temel eserdir



***** 


Türpüşti Risalesi/ El- Mu'temed Fi'l- Mu'tekad 
Türpüşti Risalesi/ El-Mu'temed Fi'l- Mu'tekad 


Bu kitapta Hakkı arayan müslümanların ihtiyaç duyduğu bilgiler hem kitap ve sünnetin kaidelerine uygun, hem de Selef-i Salihin diye bilinen eski rasih ilimli büyük alimlerin usullerine göre hazırlandı. Alemin ve alemdekilerin salahı, iyiliği ve kurtuluşu bundadır. Çünkü sağlam iman ve itikat yanında diğer ameller, ruhun yanında beden gibidir. Ruhsuz beden işe yaramadığı gibi, düzgün ve sağlam bir itikat sahibi olmadan yapılan ibadetler de bir işe yaramaz. İslamda ortaya çıkan her fitne ve müslümanların başına gelen her felaket, hep bozuk itikatlar yüzünden olmuştur.
Allahü taalayı tanımak istemek ve Resulullah'ın Sevad-ı A'zam olarak tanıttığı ümmetin seçilmişlerinin, yani Ehli sünnet yolunun itikat bilgilerini öğrenmek ve İslamiyeti yaşamak için Türpüşti Risalesi'nde aradığınız her şeyi bulacaksınız (Bu kitabın okunmasını İmam Rabbani Hazretleri de (k.s) tavsiye etmiştir)
 
*****

Sevadü'l Azam Şerhi - Selamü'l Ahkam / Ehli Sünnet İnancının Temel İlkeleri 

Peygamberimiz Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
"Pek yakında benim ümmetim de yetmiş üç guruba bölünecek.Onların hepsi de doğru yoldan sapmış ve başkalarını da saptırıp Cehenneme (felaketlere) götürücüdürler.
Sevad-ı A'zam Müstesna Ashâb-ı Kirâm:Ey Allah'ın Resulü o bir fırka kimlerdir? Diye sorunca Efendimiz (Ehl-i sünnet vel) "Cemaattır işte onlar en büyük islam topluluğudur ona uyunuz"
buyurdu.
Çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet han'ın Hocası,bütün islami ilimlerin özellikle Tefsir, Hadis ve Fıkıh usulü gibi çetin bir sahanın biricik dehası Şeyhul İslam Molla Hüsrev hazretlerinin tesbiti,kendi gurubunun doğru yolda olduğunu iddia edenler için yeterlidir.Bidat sahipleri de kıble ehlindendir lakin inançları Ehli Sünnete benzemez.Onlarda;Cebriyye,Kaderiyye, Râfiziler Şiiler,Hariciler,Mubtıle ve Müşebbihe'dir.Bu altı grubun her biri kendiaralarında on iki fırkadır.Tolandığı zaman yetmiş iki olur.Öyleyse fırka-i Nâciye,Ehl-i sünnet vel cemaattır.
Hiç inkâr edilemez bir gerçektir ki Ehl-i Sünnet ilkeleri Dini ve Milli birliğimizin ve sarsılmaz bütünlüğümüzün sembolüdür.

*****

Ehl- i Sünnetin Müdafaası/ Bera'atü'l- Eş'ariyyin

Kendisi mutlak müctehid derecesinde bulunmayan her Müslümanın mutlaka ehl-i sünnet imamlarına tabi olması gerekir. Hatta İmam-ı Gazali'nin hocası İmamü'l-Haremeyn el-Cüveyni hazretleri, mutlak müctehidlik derecesine çıktığı halde, yeni bir mezheb tesisini lüzumsuz ve yersiz görerek, İmam-Şafii hazretlerine tabi olmuşlar, böylece ümmet-i Muhammed'e güzel bir örnek teşkil etmişlerdir. Allah ondan ve bütün büyüklerimizden razı olsun.



*****


Yakıcı Yıldırımlar 
Eğer alevilik, rafizilik ve şiilik Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Hasan'ı, Hazret-i Hüseyin'i, Hazret-i Fatıma annemizi ve bütün Ehl-i Beyt'i ve Al-i Aba'yı (radiyallahu anhüm) sevmekten ibaret ise, bilmiş olunuz ki, biz de böyleyiz ve bu hususlarda beraberiz.
Eğer alevilik, rafızilik, şiilik Hazret-i Ebubekir'e Ömer'e, Osman'a ve -küçük bir müstesna- Ashab'a, Hazret-i Aişe validemize (radiyallahu anhüm) buğz etmek, iftira etmek ise, iyi bilmiş olunuz ki, biz ehlisünnet ve cemaat müslümanları, bu çirkin işlerden de, bunları işleyenlerden de beriyiz.

7 Mart 2013 Perşembe

Şefaat Ya Resulullah


ŞEFÂAT

Bir kimsenin bağışlanmasını istemek; bir kimseden, başka bir kimse için iyilik yapmasını ve zarardan vazgeçmesini rica etmek; yardım etmek; başkası hesabına yalvarmak, rica etmek; birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak. Şefâat edene eş-şâfi', eş-şefi (başkası lehine taleb eden) denilir.

Bu ayette şefâat; aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek anlamlarına gelir: "Kim güzel bir şefâatla (hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla) şefâat ederse, bundan kendisine bir sevab (hisse) vardır. Kim de kötü bir şefâatle (kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla) şefâatde bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir" (en-Nisâ, 4/85) .

Şefâat-ı hasene, iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayetle beraber, mü'minlerin iyiliği için uğraşmak, onları kötülüklerden ve zararlardan korumaya çalışmaktır. Şefaat-ı seyyie, mü'minlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmaktır. Hangi hususta olursa olsun, bir insan, menfaat sağlayıp zarara uğramasını engelleme yolunda sırf Allah rızası için şefâatta bulunana dünyada ve ahirette bundan nasib ve ecir vardır. Kötülüğe ve zararlara sebeb olanın da bu şefâat-ı seyyienin vebal ve günahından nasibi vardır.

Ahiretteki şefâate gelince, dünyada işlenen bazı günahların âhirette cezalandırılmasından vazgeçilmesi için talebte bulunmak, aracı olmak ve bunun için dua etmektir. Şu halde şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a dua edip yalvarmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), "Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklamak istiyorum" buyurmuştur (Buhârî, Daavât, I; Tevhid, 31; Müslim, Nşr. M. Fuâd Abdulbaki, İman, 86).

Ahirette, kendilerine şefâat izni verilen her şefi'in şefâatının sınırı, Allah katındaki yakınlığı ve derecesi nisbetinde nail olacağı izin ve imkânın şâmil olduğu günahkâr mü'minler ile mütenasibtir. Şefâat olunacak mü'minlerin de şefâat edilmeye lâyık olmaları şarttır.

Allah'ın, kullarından faziletli birisinin diğer bir mü'min için hayır isteğine icabet ederek bundan bir zararı gidermesi, yahut onun günahlarını affetmesi, insanlara sonsuz nimet ve lütuflarının bir kısmıdır. Mü'minin, mü'min kardeşinin günahlarının affı için duası Allah katında ona şefâatı türündendir. Allah katında hayırlı bir kulun bu duası ister dünyada iken sağ olan mü'min için olsun, ister ölmüş mü'min için olsun yahud âhirette meydana gelsin aynıdır. Dünyada iken Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mü'minlere duası, onlara bir çeşit şefâatidir. O daha bu dünyada hayatta iken mü'minlere dua ederek şefâatta bulunmuştur. Nitekim Hz. Âişe (r.an)'nın naklettiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) çok defa geceleri yatağından kalkar, mü'min ölülere Allah'tan mağfiret istemek için "Bakîu'l-Ğarkad" mezarlığına giderdi (Müslim, Cenaiz, 35).

Yüce Allah'ın kendi yanında mukarreb ve derecesi yüksek bir kulunun diğeri hakkında şefâatını -birine kendi katında itibarı olduğunu göstererek ikram için, ötekine zayıf ve muhtaç olduğundan rahmet olarak- kabul etmesine aklen hiçbir engel yoktur. Allah'ın âhirette, peygamberlerine ve râzı olduğu bir takım zatlara şefâat etmeleri için müsaade etmesi, kendisinin bileceği adalet ve lütuf kanununa dahil olan hikmetindendir. Uhdesinde kul hakları bulunanlar hariç, günahkâr mü'minleri Allah Teâlâ'nın, Lütuf ve fazlıyla affetmesi caiz olunca, peygamberler, mukareb ve iyi kimselerden birinin şefâatına mazhariyetleri halinde bunların Allah'ın mağfiretine nail olmaları da mümkündür.

Ahirette şefâatın olacağı Kitab ve sünnetle sabittir:

Peygamber, velî, şehid ve bildikleri ile amel eden imanlı âlimler ve kâmil mü'minler gibi Allah'ın müsaade ettiği, rızasına mazhar olmuş, nezdinde bir değer ve yakınlığa erişmiş kimselere şefâat etme izni verilebilecektir (el-Bakara, 2/255; Yûnus, 10/3; Meryem, 19/87; Tâhâ, 20/109; ez-Zuhruf, 43/86).

Peygamberler ve diğer şefâatçıların şefâatları, Allah'ın râzı olacağı ve haklarında şefâat edilmeğe izin verdiği kimseler hakkında olacaktır (el-Enbiyâ, 21/27-28; ed-Duhân, 44/41-42; Buharî, Cihad, 189; Müslim, İmare, 6).

Kâfirler için şefâat kapıları kapalıdır (el-Bakara, 2/48, 123, 254; en-Nisâ, 4/116; el-A'râf, 7/53; el-Mü'min, 40/18; es-Secde, 32/4; ez-Zümer, 39/44; el-Müddessir, 74/48; el-İnfitâr, 82/19). Peygamberler bile kâfirlere şefâat edemeyeceklerdir. Kâfirler layık oldukları cezâlarını çekeceklerdir. Hz. İbrahim'in -âhirette babası ile karşılaştığında- onun için hiçbir şefâatta bulunamaması, Allah'tan "Kâfirlere ben cenneti haram kıldım " cevabını alması da buna delâlet eder (Buharî, Tefsir, Sûre 26). Bu konuyla ilgili olarak (bkz. Buharî, Enbiya, 8; Tefsir, Sûre 6; Rikak, 45, 53; Müslim, Fadail, 9). Yalnız Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, şefâatı sebebiyle amcası Ebû Talib'in ateş çukurunun topuğuna kadar gelen yerinde bulunacağını söylemiştir (Buharî, Meğazi, 73; Müslim, İman, 90). Bu da sadece Rasûlüllah'a tanınan bir şefâat hakkı olsa gerektir. Çünkü Ebû Talib, Rasûlüllah'a pek çok yardım ve iyiliklerde bulunmuştur.

Peygamberlerin şefâatı: Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefâat etme hakkı tanınmıştır (Buhârî, Rikak, 45; Tevhid, 33; Müslim, İman, 81;Ebû Dâvûd, Cihâd, 26;Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 94 vd. 325, V, 43; Tirmizî, II, 66).

Her peygamber kendi ümmetine şefâat edecektir (Buhârî, Tefsir Sûre 18). İnsanlar muhakeme olunmak için mahşerde toplandıklarında, peygamberler, "Allah'ım selâmet ver, Allah'ım selâmet ver" diye duâ edeceklerdir (Buhârî, Rikak, 52; Müslim, İman, 81). Peygamberlerin ve Hz. Peygamberin şefâatı "Şübpesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasının (şirk kosulmasının) günahını yargılamaz. Ondan başka dileyeceği kimsenin günahını mağfiret eder" (en-Nisâ, 4/116) âyetinin hükmünce, Allah'ın izniyle mü'minlere şamil olabilecektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) hadislerinde büyük günah işleyenler de dahil, mü'minlerin şefâatına nail olacaklarını söylemiştir (Buhârî, Rikak, 51; Ebû Dâvûd, es-Sünne, 20; Tirmizi, II, 66).

Peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir çok hadis kitaplarında zikredilen bu büyük şefâatının (eş-Şefâ'atü'l'uzmâ) ana hatları şöyledir: Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahâda hüküm ve hesab için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bir dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına, "Size erişen şu fâciayı görmüyor musunuz? Rabbinize size şefâat edecek birisine gidiniz" derler. Sırasıyla Âdem (a.s.), Nûh (a.s.), İbrahim (a.s.), Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) peygamberlere gelirler. Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsâ, onları Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderir. O vakit Hz. Peygamber (s.a.s.) Arş'ın altında secdeye kapanır. Allah ona secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah'a hamdettiği sırada "Başını kaldır, işte, verilir. Şefâat eyle şefâatın kabul olunur" cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamber'in şefâatıyla imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır. Rasûlüllah, bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah'a hamd ve dua eder. En nihayet onun şefâatıyla, Allah'ın izin ve takdiri dahilinde mü'minlerden büyük bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haiz olduğu bu şefâat makamı "Makâm-ı Mahmûd"dur (el-İsrâ', 17/79; Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84).

Hz. Peygamber'in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet'e girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84).

Cennet'te derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber bir hadisinde, "Cennet'te insanların ilk önce şefâatte bulunanı benim" buyurmuştur (Müslim, İman, 85).
Şamil İslam A.

*****

Sual: Şefaati inkâr edenlerin delilleri nedir?
CEVAP
Delilleri yoktur. Misyonerler ile onların oyununa gelenler, kâfirlere şefaat olmadığını ve putların şefaat edemiyeceğini bildiren âyetleri ele alıp,
“Peygamber de, melek de şefaat edemez” diyorlar. Kâfirlere şefaat yok demek, müminlere şefaat yok demek değildir. Şefaatin hak olduğu âyet ve hadislerle sabittir.

10 Ocak 2013 Perşembe

Ehli Kitabın Kurtuluş için Dinlerini terk etmelerine gerek yokmu?




Said Nursi;
“Kur'ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor...”
(İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 / (ebook olarak: İşârâtü’l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 – s 1173) / Risalei Nur

Teşvik; İsteklendirme, özendirme
Ünsiyet; Ahbaplık, arkadaşlık.
Sühulet; Naziklik
Meşakkat; Güçlük, sıkıntı, zorluk, zahmet.
Esasat-ı diniye; Dinin kökleri, temeli
Bina; Yapı
İkmal; Eksik bir şeyi tamamlama, daha iyi duruma getirme, bütünleme

***

Said Nursi’nin sözlerinin günümüz Türkçesi;
“Ey Yahudi ve Hıristiyan’lar İslama girmek iman etmek sizlere zor gelmesin, çünkü İslam şeriatı sizlere Yahudi’lik ve Hıristiyan’lık dinini bırakmanızı emretmiyor, sadece dininize fazladan birkaç inanç eklemeniz lazım diyor…”

Said Nursi’nin kendi kafasına göre hiçbir delil göstermeden İslam akaidi konusunda verdiği bu şazz fetvasından dönmemiştir. Onların kurtuluşu için yeterli bir yol gibi gösterilen eski dinlerini terk etmeden inanmak yine kâfirliktir, maalesef bu görüşe inanan bir Müslüman’ında imanı tehlikeye girmiştir, neden denirse çünkü böyle bir inanç Allah’ın ehli kitaba; “kâfir, düşman, ebedi Cehennemlik” dediği halde bunun aksini iddia etmektir. Eğer denirse ki “Said Nursi bu sözlerle onların kurtuluşunu kast etmiyor” diye ona denir ki “eski dininizi terk etmeden İslama girin” daveti ne içindir? Sözleri çarpıtmanın ne gereği var , İslam aleminde böyle şeyler söyleyen bir tane muteber Alim yoktur, helede Hıristiyanlık/Yahudilik üzerine İslam inancı bina etmek tam bir felakettir. “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” Ali İmran 19 . “Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar…” Bakara 137. “Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten hiç bir kimsenin Yahudi veya Hıristiyan olduğunu duymak istemiyorum. Eğer böyle bir kişi Bana inanmadan önce ölürse o ancak cehennemliktir”. Müslim

Said Nursi’nin İslam adına konuşup ileri sürdüğü bu iddiayı bir de ehlisünnet Âlim’lerinin kaynaklarında ehli kitabın kurtuluşa ermesi için eski dinlerini bırakmaları gerekmi gerek değilmi inceleyelim;
* Dürer’de zikredildiğine göre bugünki Yahudi ve Hıristiyanlar “La ilahe illallah Muhammedünrasulullah” deseler dahi Müslüman sayılmazlar. Onlara gerçekten kabul ediyor musunuz diye sorulduğunda, “sizin Peygamberiniz olarak kabul ediyoruz” derler. Bunların imanının kabul edilmesi için mensup oldukları dinden ayrılıp uzaklaşması gerekir. Şayet bir Hıristiyan “La ilahe illallah” kısmını söyler ve kendi dininden uzaklaştığını söylerse Müslümanlığı ile hüküm edilmez “ben Müslüman’ım” desede Müslüman sayılmaz. İslamın lügat manası teslimiyet demektir ki bu söz Müslüman olmasını gerektirmez. Ancak “ben sizin gibi Müslüman’ım” derse Müslüman’dır
Ehli Sünnet İtikadı/s.91-92

Görüldüğü gibi her şey apaçıktır, Şeriat meydandadır her kim ne olursa olsun kimsenin bunu değiştirme yetkisi yoktur. 


Bir Müslüman’ın, ehli kitabın dininin hak, onlarında cennete gideceğine, şehit olabileceğine, dinlerini terk etmelerine gerek olmadığına inanması kişinin kendi itikadını bozması bunun yanında kendini tasdik edenlerin de itikadını bozmasından ve dahası ehli kitabın imana gelmesine vesile olacağı yerde aksine ehli kitabın küfrüne razı ve onların bu küfrüne katkı da bulunmasından başka nedir?
ESK

9 Ocak 2013 Çarşamba

Ahmed Ziyauddin Hz; "Mücessime mezhebini Tekfir etmek Vacibdir"


İmam Rabbani Hz.; "Allahü teâlâya madde diyen kâfirler..."


Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinden gelmişdir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklikler de, hep böyledir. Fekat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok olanın karşılaşdırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağları ve denizleri yok eden güc sâhibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaşdırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bunlardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaşdırmayı yapdık. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:
Toprak nerede, temiz âlemler nerede?
Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, buradan anlaşılmakdadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sûretdir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir “te’âlet ve tekaddeset”. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşılmakdadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak oldukları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan sapdılar. Çok kimseleri de sapdırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlatmak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıyamadılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydâna gelen bir toplulukdur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İmrân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmekdedir. (Ulemâ-i Râsihîn) denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsân olunmuşdur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmekdedir.
[(Gayb) demek, âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmemiş olan ve his organları ile, tecribe ve hesâb ile anlaşılamıyan şeyler demekdir].
Müteşâbih olan âyet-i kerîmelere, anlaşılandan başka ma’nâ vermeğe (Te’vîl) denir. Te’vîli yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, te’vîl olmaz. Böyle kelimelerin te’vîli ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmişlerin seçilmişlerine bildirilmişdir. 
İmam Rabbani Hazretleri (k.s)/Mektubat 310
 

8 Ocak 2013 Salı

Peygamber Efendimizin Mucizeleri Yokmudur?



Mucize; Kudret'in karşıtı olan "acz" kökünden if'al babında "i'caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terim.

"Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. " (İsra' 17/1).
İslam Alimlerinin icmasına göre, isra hadisesini inkar eden kâfir, miraç hadisesini inkar eden bidat ehlidir.

Peygamber Efendimizin biset’ten (risalet) önceki harika hallerine “irhas” biset’ten sonraki harika hallerine “Mucize” denir, Miraç hadisesini bu olağan üstü hali bir Peygamber (s.a.v) yaşadığı halde inadla Mucize olarak görmeyen ve “Peygamberin hiçbir mucizesi yoktur” diyen, mütevatir hadislere de “onlar çok zayıf şeyler” diyen vehhabi kafalı hoca ancak kendi cahilliğini ve sapkınlığını göstermektedir.

Mütevatir Hadis: Sahabe, tabiin ve tebei tabiin döneminde, yalan üzere ittifak etmesi mümkün olmayan bir topluluğun Resulullah'dan rivayet ettiği hadislerdir.
Mütevatir hadis ile amel etmek farzdır. Çünkü Resulullah'dan(s.a.v) geldiği kesindir. Zira tevatür yolu ile gelişi Resulullah'a nisbetinin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle ittifakla mütevatir olan bir hadisi inkar eden dinden çıkmış olur.

Aşağıdaki Peygamber Efendimizin Mucizileri mütevatir’dir,  Peygamber Efendimizin mucizelerini inkar edenler umarız bu hatalarından dönerler, biz buraya bu mucizelerden bir kısmını aldık gerek mütevatir gerekse sahih ve hasen derecesinde aslında çok daha fazlası vardır.

4 Ocak 2013 Cuma

Fiilleri Allah Yaratır



Kulların yaptığı iyi ve güzel olan fiillere Allah'ın rızan vardır. Fena olan fiillere ise, rızası yoktur.
“Allah kullarının küfrüne razı olmaz.”
Zümer 7

Allahü teala, kullarının iman, küfür, isyan ve ibadet (taat) olan bütün fiillerinin yaratıcısıdır.

Mutezile'nin ve rasyonalistlerin (fiilleri kullar yaratır)dediği gibi, kul; fiillerinin, hareketlerinin yaratıcısı değildir.

Bu iddia sapıklıktır, zira, insan, fiillerinin neticelerini tafsilatıyla bilemez. Bilemediğine göre, fiille­rin yaratıcısı olamaz.

Bu sapık guruba, inançlarında her batıl bozuk mezhepten bir parça bulunan Vehhabi ve Selefiler’de dahildir, onlarda dirilerin kendi fiillerini yapmaya muktedir, vefat etmişlerin ise aciz ve hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini söylemişlerdir, bu iddia dirilere bağımsız bir güç vermek yani dirileri birer ilah haline getirmektir asıl şirk budur, oysaki Nebiler hayattayken fiillerini-mucizelerini , Velilerde hayattayken fiillerini-kerametlerini yaratan Allah’tır. Bu Zatlar ve şehitler vefat ettikten sonrada onlardan yardım isteyene yardım etme gücünü veren yine Allah’tır

Ayrıca, bu konuda nakli deliller şunlardır:
“Allah, her şeyi yaratandır...”
Zümer 62

“Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.”
Saffat 96

Allah’ın misli yoktur




Soru: Allah’ın ilmi var ama bizimki gibi değil, işitmesi, görmesi var ama bizim görmemiz ve işitmemiz gibi değil, hayat sahibi olması, kadir olması bizim gibi değil demek caiz oluyor da Allah’ın oturması bizim gibi değildir demek niçin caiz olmuyor? O sıfatlar da kuranı kerimde geçiyor, istiva da geçiyor. Öncekiler için caiz olan, istiva için niçin caiz olmuyor?

Cevap:
Ayetler hakiki manalarında kullanılabilir ve kullanılamaz olmaları açısından iki kısımdır.
1) Muhkem ayetler; yani onların mukabilinde hakiki manalarını kısıtlayan, engelleyen başka ayet veya kati delil yoktur. Mesela Allah'ın semi' basir yani işiten, gören olması gibi.

2) Müteşabih ayetler; birden çok manası olup o manalardan istediğini almak başka ayet ve kati delillere ters düşüyordur.  Yani müteşabih ayete hakikat manasını vermeye engel ondan daha muhkem ve daha fazla kati deliller vardır. Birden çok kati delil ve ayetin muktezasını terkedip bir ayetin kesin olmayan bir manasını almak İslam’ın hangi kuralına uygundur? tabiki değildir.

Bu yüzden ayetleri cımbızla seçip manalandırmak selefin âdeti değildir. Belki kur'anın umumatının dillendirdiği bir takım kesin ifadeler vardır ki, onlar ancak kur'an bir bütün olarak, hadis-i şerif ve sahabe kavilleriyle birlikte incelendiğinde anlaşılmış ve kesinleştirilmişlerdir.  

Mesela لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ “Allah’ın misli yoktur” ayeti celilesi ve bu manayı teyid eden diğer ayet, hadis, sahabe kavilleri ve icmaı şu umum kuralı muhkem yapmıştır; Allah cc asla mahlûkatından bir şeye benzemez.  Allah samed’dir. Yani hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Oysa oturmak fiilini Allah’a isnat etmek; bu umumatı iptal etmek demektir. Ve Allah’ın oturacak bir şeye ihtiyaç duyacağını ve oturma şekliyle muttasıf olabileceğini iddia etmektir. Bunca kati delil mukabilinde bu kadar tutarsız ve zanni bir iddia ne kadar geçerli olur.
Tutarsız dedik; zira istivanın “kuşatmak”, “emri/sultası altına almak” gibi birden çok manası var. Tutup bunlardan birisini tercih ederken en azından diğer muhkem ayetlerle örtüşecek olanı seçip ayeti tevil etmek bir yere kadar makuldür. Sonraki âlimler gibi mecburiyet kesbetmesine binaen yapılabilirse de selef bundan bile kaçınmış müteşabih ayetlerin manalandırılması doğru bulmamıştır.
Şimdi tutup muhkem ayetlerle örtüşmeyecek, onlara ters düşecek bir manayı, istiva kelimesinde bir lügat anlamı olarak bu da vardır diyerek ısrarla geçerli kılmaya çalışmak sizce ne kadar tutarlı olabilir ki!
Selametle
Emin Ali YÜKSEL
darusselam 

3 Ocak 2013 Perşembe

Hz. Süleymanın bilmediğini vehhabiler selefiler mi biliyor?



Sual: Mahluklardan her şeyi, hatta insanın yapamıyacağı, fakat keramet olarak Allahü teâlânın Evliyasına ihsan ettiği şeyleri istemek caiz midir?

CEVAP
Caiz olduğunu gösteren çeşitli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri Neml suresindeki 38. âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleyman aleyhisselamın mealen, "Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike'nin tahtını bana getirebilir?" dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısımlarından, İfrit, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselam bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleyman aleyhisselamın katibi olan Asaf bin Berhıya, ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkıs’ın kürsisi Yemen’de idi. Süleyman aleyhisselam, Şam’da idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şam’a yer altından hemen getirdi. Bu kürsi, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir keramet idi.

Allahü teâlâ, Velileri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanunlarının dışında olarak keramet vermektedir. Allahü teâlâ, salih kulu olan bir Velisine verdiği kerameti, Kur’an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerameti istediği için, Süleyman aleyhisselama darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı bir şeyi, benden başkasının gücü yetmeyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünkü, Süleyman aleyhisselam, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dinine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Resulullahtan ve şehidlerden ve salih kullardan bir şey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsan etmiş olduğu kerametlerden faydalanmaktadır. Onlar sebeptir, vasıtadır, vesiledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velilerin kerameti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir. Veliler, Peygamberlere uydukları için, onların vasıtaları ile kerametlere kavuşmaktadırlar.

Teberrük Caiz'dir



Vehhabilerin üzerinde sıkça durdukları bir diğer konu teberrük meselesidir. Onlar; “nebi, rasul, imam ve evliyanın eşyalarına teberrük etmek şirk’dir ve asla caiz değildir bu amelleri yapan kim olursa olsun müşriktir” derler. Biz inşaallah bu yazımızda bu sapık şirk taifesine Teberrükün caiz olduğuna dair Kur-an ve hadislerden deliller ortaya koyacağız. .

Ayet:
Allah c.c Kur-an'da şöyle bildiriyor:
(Yusuf dedi ki) «Bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne bırakın; gözü görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin.» Kervan, ayrıldığında, babaları, «Eğer beni bunamış saymazsanız, Yusuf’un kokusunu buluyorum» dedi. Çevresindekiler, «Allah’a yemin ederiz sen, hâlâ eski şaşkınlığındasın» dediler. Müjdeci gelip, gömleği Yakub’un yüzüne bırakınca, hemen gözü görür olarak dönüverdi. Bunun üzerine Yakup, «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?» dedi.
Yusuf  93-96

Her şey apaçık ortada. Allahın iki seçkin kulu, salih kulu, Peygamberi teberrük’ün caiz olduğunu ortaya koymuşlardır, çok merak ediyoruz acaba -haşa- Allahın bu iki Peygamberi neyin caiz olup olmadığını bilmiyorlarmıydı? acaba bu iki Peygamber -haşa- müşrikmi olmuşlardır? SubhanAllah.

Hadis:
Şimdi de Rasulullahın s.a.a teberrüke izin verdiğine dair sahih kaynaklardan haberler aktarıyoruz:
Enes b. Mâlik’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber s.a.a, şeytanı taşlayınca kurbanını kesti sonra tıraş olmak için berbere başının sağ yanını uzattı kesilen saçı Ebû Talha’ya verdi sonra sol yanını uzatıp tıraş oldu ve kesilen saçını “Müslümanlar arasında dağıt” buyurdu
Müslim, “es Sahih”, Hac kitabı, hadis 323, 324, 325 ve 326
Tirmizi, “Sünen”, Hac kitabı, bölüm 73, hadis 912
Ebu Davud, “Sünen” Hac kitabı, 78-ci bab, hadis 1981

25 Aralık 2012 Salı

Veli Alim, Alim'de Veli Değilmidir?


Soru: "Neden Mevlana, Bâyezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişr el Hafî, Yunus Emre, İbrahim b. Edhem, İbrahim Havvas v.s. zevat-ı aliyeye evliya deniyor da alim denmiyor? Bu zatlar fıkıh bilmiyor mu, müçtehit değil mi, medrese tahsili almamışlar mı, tefsir, hadis bilmiyorlar mı? Neden bir hüküm beyan edilirken "Gazalî şöyle dedi, Merginanî'de böyledir, Suyutî'de şöyledir" v.s. deniyor da, "Mevlana veya Yunus vesaire şöyle buyurmuş" denmiyor? Said bin Müseyyeb ve Hasenul Basrî, sanırım ikisi de tabiin; Veysel Karanî de tabiin aynı şekilde. Neden bir hükümde "Basrî ve Said b. Müseyyeb şöyle buyurdu" deniyor da "Veysel Karanî şöyle buyurdu" denmiyor? İşte ben bunu anlamıyorum. Veysel Karanî alim değil miydi, fıkhı, hadisi, ayeti bilmez miydi?

"Öte yandan neden Ebu Hanife, Şafiî, Malik, Şa'bî, Suyutî, Kasanî, Kurtubî, Merginanî, İbn-i Abidiyn için alim deniyor da, evliya tabir edilmiyor? Bunlar öncekiler gibi ehl-i hal değil miydi, tasavvuf bilmezler miydi, ehl-i takva değiller miydi, veli olmamışlar mıydı? Sadece hüküm beyan edilirken "şöyle dedi, böyle dedi..." tamam, amenna. Lakin bunlar ilk saydığım zevat gibi ehl-i takva değil, ilk zevat da sonraki saydıklarım gibi alim, bilgili değil desek olur mu? Bu ayırımın sebebi nedir? Biri veli, diğeri alim?"

20 Aralık 2012 Perşembe

Hangi Yılbaşı?



Müslüman!...
Önünde, seninle alakası olmayan bir bayram var: Hıristiyanların dînî bayramı “yılbaşı”…
Kişiliğini ve dinini, daha açığı, bütün mukaddeslerini ve değerlerini bir yana iterek, bir Müslüman olmana rağmen, “yılbaşını” sende mi kutlayacaksın?!... Kendini Hıristiyanlara benzetecek, hindi kesecek, çam devirecek, yılbaşı tebrikleri, yeni yıl kutlamaları ve sâir senin dininde bulunmayan ve onunla bağdaşmayan, insanlıkla da hiçbir alakası olmayan saçmalıklara sen de mi bulaşacaksın? “Buna dinim ne der” diye hiç mi düşünmeyeceksin?!... İsrâil Devleti, yani Yehûdîler, seneler oldu, “Hıristiyanların yılbaşını” kutlamayı kendi halkına yasakladı. Bundan ders almayacak mısın?

Müslüman!...
Bir yanda yılbaşını kutlarken, diğer yanda da beş vakit namazında günde en az kırk kere Fâtiha sûresinde“Rabbim!..beni,kendilerine gazab edilen(Yehûdî)lerin ve de sapan(Hıristiyan)ların yoluna iletme[1] derken, Rabbinden ne istediğinin farkında değilsindir her halde?... Bir yanda, “Yehûdîlerin gazab edilenler’ Hıristiyanların da sapanlarolduğunu ve onların yolundan gitmek istemediğini” haykırır, bu hususta Rabbinden yardım ister, öte yanda da, koşa koşa onların yoluna giderken, bu yaptığın ne kadar tutarlı bir davranış olur?...
Yılbaşı kutlamaları”, Hıristiyanların yolu değil de nedir?!...

Bir Takım Hadîsler:
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyorlar: “Bizden başkasına kendini benzeten, bizden değildir; kendinizi  Yehûdîlereve Hıristiyanlara  benzetmeyiniz.”[2] “Kim kendini bir kavme benzetirse o, onlardandır.”[3] “Kim bir kavmin (topluluğun)karartısını (kalabalığını)çoğaltırsa, o , onlardandır.”[4]
Bu benzetmek fiillerde sözlerde, kıyâfetlerde, bayramlarda, âdetlerde, ibâdetlerde olur.[5]

Fetvâ Kitâblarında Yer Alan Fetvalardan Bir Kısmı:
[“El-Hulâsa”isimli fetvâ kitâbında şöyle denilmektedir: Bir kimse “Nevrûz[6]gününde bir Mecûsî’ye yumurta hediye etse kâfir olur; çünki Mecûsî’ye küfründe ve hatalarında yardımcı olmuştur…

Mecmau’n-Nevâzil” isimli fetvâ kitâbında şöyle yazılmıştır: Mecûsîler, Nevrûz gününde toplansa ve bir Müslüman, onlar için, “güzel bir adet koydular,”dese, kâfir olur; çünkü bu sözü ile küfrü kabûl etmiş oluyor.

Fetâvâ-i Suğrâ” isimli fetvâ kitâbında şöyle denilmektedir: Bir kimse, daha önce satın almadığı halde, özellikle “Nevrûz” gününe saygı için bir şeyler satın alırsa kâfir olur; çünkü bu hareketi ile kâfirlerin bayramına saygı göstermiş olur. Ancak, ihtiyaç sebebiyle satın alırsa o zaman bir şey lâzım gelmez. Bir kimse, bir insana “Nevrûz”gününde bir hediye etse ve bununla “Nevrûz” gününe saygı göstermeyi kasd etse kâfir olur. Bir öğretmen birinden “Nevruzluk hediyesi”istese, istenen kişi, verse de vermese de “öğretmenin kâfir olması”ndan korkulur.

Tetimme” isimli fetvâ kitâbında şöyle yazılıdır: Ebû Hafs el-Kebîr’den şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kimse elli sene Allah celle celalühû’ya ibadet etse sonra Nevrûz günü gelse ve bu güne saygı için müşriklere bir şey hediye etse Allah celle celalühû’ya küfretmiş ve elli senelik ibadetini yok etmiş olur.
Bir kimse Nevrûz günü kâfirlerin toplandığı yere giderse kâfir olur; çünki bu, küfrünü i’lân etmektir.][7]

Yukarıdaki fetvâlar, Mecûsî bayramı olan “Nevrûz”münâsebetiyle verilmiştir. Kâfirlere âit bayramların tamâmının hükmü aynıdır. Bu akıl ve ilim sahibi müminler için apaçık bir husustur. Dolayısıyla, bu fetvâlar, Hıristiyân kâfirlerin dini bayramı olan “yılbaşı”için de elbette geçerlidir.

Hüseyin Avni