23 Ağustos 2012 Perşembe

Said-i Nursi (Said Okur) Gerçekten Müceddid mi?


Sanal ve çizgi film müceddidi!...

İmâmü’l-Müfessirîn (tefsirci’lerin önde geleni), İmam-u Fahruddîn-i Râzî Hazret’leri Cenab-ı Hakk’ın, Cenab-ı Vâcibü’l-Vücûd’un ispatı hakkında tamı tamına binbir delil bulmuştu. İmam-ı Şa’ârânî Hazret’leri, “Allah’ın varlığının sübûtü için binbir delil’e ne hâcet! Kâinat’da tek bir zerre bile O’nun sübûtuna kâfî’dir” dedikten sonra, “Bu adamın Cenab-ı Hakk’ın vücudu sübûtu hakkında ne kadar şüphesi varmış ki, binbir delil ile ispata çalışmıştır.” diyor..

Risâle-i Nûr şakird’lerinin üstaz’ları hakkında o kadar şüpheleri vardır ki, habire şahid’ler, habire deliller bulmaya çalışıyorlar.

Mürşid-i kâmil ve müceddid: 


Cenab-ı Hakk, şirk’le, zulmet’le dolu, kapkara zamanlarda beher bin sene’nin başında birer Ülü’l-Azm Peygamber göndermiştir.

“O halde (Resûlüm) Peygamber’lerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar va’adedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğ’dir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi?” (Ahkâf 46/35)

Bu âyet-i Kerime’de Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de zikri geçen Peygamber’lerden ba’zılarına Ülü’l-Azm unvanını vermiştir. Bu unvan ile zikrettiği Peygamber’ler gibi, Hazret-i Peygamber’imiz Muhammed-Mustafa’ya “Ülü’l-Azm Peygamber gibi sen de sabret,” buyurmuştur.
Bu Ülü’l-Azm Peygamber’lerin kimler olduğunu da (Ahzâb Sûresi’nin 33/7) âyet-i Kerimesi’nde beyan buyurmuştur. 

“Hani biz Peygamber’lerden söz almıştık; Senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.” Kısas-ı Enbiyâ ile yakından alakadar olanlar, Haz.Nuh’tan i’tibâren, Haz.Peygamber’imiz Muhammed-Mustafa’ya kadar her bir, bin yıl başında bu Ülü’l-Azm Peygamber’lerden birisi gönderilmiştir. 

Sevgili Peygamber’imiz, Hâtemü’l-Enbiya-i ve’l-Mürselîn (bütün nebi’lerin ve Resûllerin sonuncusu olduğuna göre bundan sonra tekrar şirk ve zulmetle dolacak bu dünyada insanları kim hidayete da’vet edecek ve onları irşad edecekti?

Nasıl ki, eski kavimlere ve ümmet’lere zulmete gark olduklarında kendilerine Ülü’l-Azm Peygamber’ler gönderilmişse, ümmetlerin en hayırlısı olan Hâtemü’l-Enbiya-i Ve’l-Mürselî’nin ümmetini kim ihdâ ve irşâd edecektir? 

Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâceh ve Sahihinde Hâkim’in rivâyet ettiğine göre “Ümmet-i Muhammed’in âlimleri, Peygamber’lerin vârisleridir.” Başka bir Hadis-i Şerif’te, “Şu ümmetin âlim’leri İsrailoğullarının Peygamber’leri gibidir.”

Ümmet-i Muhammed’in âlim’leri arasından her yüz senede bir, birisini Cenab-ı Hakk müceddid olarak ta’yin eder ki, o asır’da ufku kararan, zulmet’le ve küfürle dolan bu âlemde insanları irşad etsin, şerî’atı ihyâ etsin, sünneti ihyâ, bid’at ve hurâfeleri ortadan kaldırsın, diye... 

Nasıl ki, Peygamber’ler gönderildikleri kavimleri ve ümmetleri hidayete da’vet eder, ellerinden geldiğince onların hakk yola gelmeleri hususunda büyük çaba harcıyorlarsa, o Peygamber’lerin vâris’leri olan ümmet-i Muhammed’in bütün uleması da içerisinde bulundukları bu ümmeti irşad ve ihdâ için ellerinden geleni yaparlar, fakat bunların hepsinin Mürşid-i Kâmil ve Müceddid olduğu kabul edilemez. 

Nasıl ki, Peygamber’ler bütün insanların arasından Âlem-i Ezel’de seçilmiş iseler, “(Allah) Ey Mûsâ! dedi, risâletimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” (A’raf 7/144) 

“Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlar’dan kimisi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için çalışır. İşte büyük fazilet budur.” (Fâtır 35/32)

“İbrahim’in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünya’da (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de iyilerdendir.” (Bakara 2/130)

Her asır’da bir gelen Mürşid-i Kâmiller ve Müceddid’ler de, tâ ezelden Tensib-i İlâhî ile seçilirler tensip edilirler. Bunların arasından müceddid’ler müceddidi, mürşid’ler mürşidi, bin yılda bir gelen medâr mürşid ve müceddid’ler de vardır. 

Nasıl ki, her bin yılın başında Cenab-ı Hakk Ülü’l-Azm bir Peygamber göndermiş ise, Peygamberimiz’den sonra da Hicrî-Kameri takvime göre, yâni, Sevgili Peygamber’imizin Mekke’den Medine’ye hicretiyle başlatılan İslâmî takvim de denilen, Kamerî ve Hicrî takvime göre İmam-ı Rabbânî, Ahmed-ü Fâruk el-Sirhindî, Hazret-i Peygamber’den i’tibâren teselsül eden Sıddık-ı Ekber’den başlayan Silsile-i Zeheb’in, yâni Altın Halka’nın 23. Halkası, bunların arasında Kutbu’l-Aktap (yıldızlar yıldızı) unvanını alanlardan, Ebû Bekr es-Sıddîk, Abdül Hâlık Gucduvanî, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.)’den sonra dördüncü Kutbu’l-Aktap ve Medâr Mürşid ve Hicrî-Kameri ikinci binin müceddidir. Onun içindir ki, tam unvanı, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk el-Sirhindî’dir.

Peygamber’ler “İsmet” sıfatları dolaysiyle günahlardan masûn’durlar. Lihikmetin Peygamber’lerden ba’zılarının elinde “Zelle” denilen ufak-tefek kusurların, ayak kaymalarının vuku’u bir gerçek ise de, Allah isyan ile (günah) Peygamber’ler arasına mania’lar konulmuştur. Zirâ diğer insanlar gibi Peygamber’lerin elinde de kimi ma’siyetlerin zuhuru, onlara karşı kavimlerin ve ümmetlerinin i’timadını sarsardı. 

Peygamberimizden sonraki dönem için beher asr’ın başında ta’yin ve tespit olunan mürşid-i kâmiller, müceddid’ler aslâ masûn değillerdir. Peygamber’in ve onun ashabı’nın yolundan aslâ ayrılmayan Ehl-i Sünnet’in temel inançlarından birisi “İmam’ın masûn olmamasıdır.” Burada kastedilen imam hem Müslüman cemaate namaz kıldıran, hem de devlete önderlik eden imam’dır. Ehl-i Sünnet’in bu temel inancı Şî’a, Ca’feriyye ve Ehl-i Sünnet’den ayrılmış bulunan diğer Fırak-ı Dâlle’nin, “İmam Mâsumdur, Gaybûbet-i Kübrâ’da, kaybolmuş, İmam-ı Muhammed-i Mâ’suma niyâbeten hükmettiği için bizim imamız mâ’sumdur, günahlardan masûn’dur,” demelerine kesin bir reddiyedir. 

Ancak, mürşid-i kâmil, müceddid ve medâr mürşid’ler, her ne kadar mâ’sum ve ma’sun değilseler de ezel’den Takdir-i İlâhî ve Tensib-i İlâhî ile seçilmiş bulundukları için, Cenab-ı Hakk kendilerini irşad edecekleri Ümmet-i Muhammed’in i’timadını sarsacak vahîm hata’lardan korur. Bırakınız, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ile müceddid’leri, zânirî ilimleri ile Ümmet-i Muhammedi ihda ve irşad eden âlimler bile, “Başkalarına verir telkini, kendisi yutar salkımı” gibi bir duruma düşmemek için çok dikkatli davranmak zorundadırlar. 

Hele hele, mürşid-i Kâmil ve mükemmiller, müceddid ve medâr mürşird’ler, ilk gençlik yıllarından i’tibâren bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in ma’nevî terbiyesine girer. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in gözetimi ve denetimi altında tasfiye ve tezkiyesini tamamlar. Tasfiye, ruh-i melekisini yükselterek, beşerî ve manevî hastalıklar ki, kin, buğuz, hased ve cimrilik gibi hastalıklardan kurtulur. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in himmetiyle Nefs-i Emmâre terbiyesini tamamlar, sırasıyla, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Râziye ve Marziyye ile Nefs-i Nâtıka mertebelerini kat’ederek nefsin tezkiyesini tamamlar. 

Bütün bunlardan sonra, Şeyh’inin izniyle ve onun denetimi ve nezâreti altında çilesini çeker. Çile zaman ve mekâna göre değişse de Şeyh’inin uygun bulacağı bir müddet zarfında, ancak bir kişinin dizüstü oturabileceği kadar dar ve alçak bir mekân’da, en az kırk gün, 24 saat zarfında sadece üç tane zeytin veyâ küçük üç tane hurma yiyebilir ve istediği kadar sade su içebilir. Tasfiyesini, tezkiyesini ve bütün bunların taçlandırılması olan çilesini tamamladıktan sonra fiîlen irşad ve ihdâ vazifesine başlayabilir.

Tasfiye, tezkiye ve çilesini tamamlayarak feyizyâp olanlardan ba’zıları öyle makamlara yükselirler ki, kendilerinin mürşid’leri kendisinde olanların tamamını verdikten sonra müridinde istidat ve himmete karşı çok fazla iştah görürse kendisi aradan çekilir, bu istidatlı müridini en son Kutbu’l-Aktap ve Medâr Mürşid olan zât’a nisbet-i ma’neviyye ile nisbet eder. 

Dememiz odur ki, hiç kimse “ben müceddidim, ben mürşid-i kâmilim,” demekle müceddid ve mürşid-i Kâmil olamadığı gibi, “Devir tarikat devri değildir. Devir tasavvuf devri değildir. Ben herhangi bir tarikatın mensubu değilim” diyen birisi, üstelik mürşidi ve müridi de bulunmayan bir kimseye şarkid’leri mürşid veya müceddid, diyorsa bunun ciddiye alınır bir tarafı yoktur.
(Devam edecek...)

Mustafa Akkoca
09 Ocak 2012
oncevatan.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.