28 Ağustos 2012 Salı

Abdülaziz Bayındır, Meral Okay ve Mezhepler-1

 
Başlıkta geçen iki ismin birbiriyle tamamen ilgisiz olduğunu düşünecek olanlar haklıdırlar. Ancak, yazımız okunduğunda ve Bayındır’ın, adı geçen müteveffa senarist hakkında kendisine sorulan bir soruya verdiği cevaba muttali olunduğunda, aynı ‘alâkasızlık’ durumunun o cevapta da cari olduğu görülecektir.

Efendim mesele şudur:
Bayındır’a, ölümünden sonra yakılmayı vasiyet eden bu senaristin durumu hakkında bir soru soruluyor. Süleymaniye Vakfı’nın internet sitesinde yer alan görüntülü cevabında [1] Bayındır, soruyla hiç ilgisi olmadığı halde, meseleyi mezheplerle irtibatlandırıyor ve mealen “Bu mezheplerin anlattığı dini duyan insanların, cesetlerinin yakılmasını istemelerine şaşmamak lazım” şeklinde özetlenebilecek, kanaatimce çok ‘absürt’ bir mukabelede bulunuyor.

İşin içine şahsî yorumumuzu katmış olmamak için ilgili soru ve cevabı aynen alıntılıyorum. Dileyenler dipnottaki adresten videoyu da izleyebilirler.

Soru: “Hocam biliyorsunuz, dün ünlü bir senarist hayatını kaybetti. Kendisi, öldüğünde cesedinin yakılmasını emretmişti. Böyle bir durumda müslüman bir toplum nasıl davranmalıdır?”

Bayındır’ın cevabı: “Servet Hoca diyor ki ‘Ben o kadını dinledim, inançlı bir kadın olduğu kanaatine vardım’ diyor, ben dinlemedim ama şimdi o ölen kadını esas alarak değil de, genel olarak konuşursak –o kişinin inancı nedir bilmiyorum- ama bakın bir de şunu hiç unutmayalım; bugün insanlara öyle bir inanç takdim ediliyor ki, kabul etmesi mümkün değil. Mümkün değil kabul etmesi… Şimdi ben bazen talebelere diyorum, anlatıyorum yani bu gelenekte olan bir takım şeyleri… Diyorum ki siz müslüman anne babadan doğan, imam hatip ve ilahiyat fakültesinde okuyan bir kişi olmasaydınız, kendinizi şartlandırmasaydınız, birisi size bunun din olduğunu anlatsaydı kabul eder miydiniz? ‘Hayır’ diyorlar. Şimdi mesela bir örnek vereyim: Diyelim ki İstanbul’da okuyan üniversiteyi bitiren bir kızcağız, memleketine gidiyor, diploma aldım diye sevincini ailesi ile paylaşmak istiyor. Bu kızcağız, Şafiî, Malikî veya Hanbelî mezheplerinden birine mensupsa, memleketine gittiği zaman büyük bir sürprizle karşılaşabilir. Babası der ki, ‘kızım gel, şimdi düğününü yapacağız’… (Kız): ‘Hayırdır?’… ‘Seni birisiyle evlendirdik!’… (Kız): ‘O da kim? Biz İstanbul’da bir arkadaşla evlenmek için karar aldık, onlar da istemeye gelecekler’… ‘Yok kızım artık bitti, sen falancanın karısısın, nikâhını da kıydık’… Bu üç mezhebe göre bu kızcağızın hiçbir seçeneği yok. Tıpış tıpış onun evine gidecek. ‘Ben gidemem’ dese, ‘sen deli misin, sen onun karısısın, başkasıyla evlenemezsin artık, bitti senin işin, başka tarafa gittiğin zaman zina edersin, biz de seni öldürürüz’ derler. (Kız): ‘Ben ayrılmak istiyorum’… ‘Senin ayrılmaya yetkin yok’… Şimdi böyle bir dine kim inanır? Kim inanır? Bu din, Kur’ân’a aykırı; bu din, Sünnet’e aykırı… Yüzde yüz aykırı… Kur’ân-ı Kerim’e yüzde yüz aykırı… Onun için bu hükmü verenler hiçbir ayete dayanmazlar. Hadislere yüzde yüz aykırı… Ona da dayanmazlar. Peki bu kimin dini? Bu kimin dini? Buna kim inanır? Şimdi, insanlara din diye öyle bir şey takdim ediliyor ki, o insan bakıyor, işte biraz önce Kütahya’dan gelen bir delikanlı diyor ki, -şimdi aranızda- ‘Ben’ diyor, ‘dinden çıkacak noktaya gelmiştim. Bana takdim edilen dini bir türlü kabul edemiyorum. Allah’tan youtube’da videoları gördüm ve elhamdülillah kendi inancımı kurtardım.’ Şimdi bir yanlış din takdim ediliyor insanlara… Ondan sonra da ona niye inanmadın deniliyor? Ya ona niye inansın ki kardeşim? İnsanlar Allah’ın dinine inanmak zorunda, filanın, falanın dinine değil… Dolayısıyla birçokları bunu kabul etmediği için bazıları tarafından dinsiz sayılıyor.”
Bayındır, bundan sonra, yakılma vasiyeti bağlamında ne yapılması gerektiğine dair bir-iki şey söylüyor ve görüntü sona eriyor.

Meselenin teknik boyutuna dair söyleyeceklerimizi ikinci yazıya bırakarak, evvela bakış açısı bağlamında şahsî mülahazalarımızı serdedelim:

1. Bayındır’ın cevabının son kısmını oluşturan bölüm son derece ağır ifadeler içeriyor. Hedef tahtasına oturttuğu mezheplerin takdim ettiği din anlayışından söz ederken kullandığı ibarelere ve üslûbuna tekrar bakalım:
 “Şimdi böyle bir dine kim inanır? Kim inanır? Bu din, Kur’ân’a aykırı; bu din, Sünnet’e aykırı… Yüzde yüz aykırı… Kur’ân-ı Kerim’e yüzde yüz aykırı… Onun için bu hükmü verenler hiçbir ayete dayanmazlar. Hadislere yüzde yüz aykırı… Ona da dayanmazlar. Peki bu kimin dini? Bu kimin dini? Buna kim inanır?”

Bu ölçüde genellemeci ve insaf sınırlarını aşmış ifadeler kullanan Bayındır, görüşünü temellendirmek için hangi delile dayanıyor? Konuşmasının başında geçen ve zikrettiği üç mezhebe ait, bir meseledeki fetvayı kendisine dayanak yapıyor. (Aslında kendisi bile vakfın internet sitesinde yer alan, konuyla ilgili bir yazısında, bu mezheplerin aynı meselede farklı görüşleri de olduğunu aktarıyor; ki biz buna ileride değineceğiz) Velev ki, adı geçen mezheplere mensup fakihler, istinbatlarında hata etmiş olsunlar… Buradan hareketle, cüz’i bir meseledeki cüz’i bir fetvayı baz alarak bu ölçüde umumi ve hesabı verilmesi zor sözler sarf etmek de neyin nesi oluyor? Asırlardır müslümanların yolunu aydınlatan, vahyin muradına muvafık bir hayat yaşamanın kaidelerini sistemleştirerek önümüze koyan, hayatlarını bu ümmete adamış müçtehidlerden söz ederken üslûba hâkim olan bu hoyratlık ve kadirnâşinaslığa ne demeli? Hem tevarüs ettiğimiz bu çok önemli ve devasa birikime bu kabalıkta sırt çevirmemizi isteyenler, oluşacak boşluğu ne ile kapatmamızı öneriyorlar? Yoksa, kendi heva ve heveslerine yaslanan nevzuhur din telakkisi ile mi? Bugünün baskın zihniyet kodlarının tesiri altında oradan oraya savrulan mantıklarını, asırların içinde yoğrulup gelmiş o muazzam bütünün önüne geçirmemizi mi bekliyorlar sahiden? Hakikat, Bayındır’ın anlattığı gibi ise ve ‘geleneği bize din diye yutturmaya çalışan mezhepler’ (!) ile karşı karşıya isek, asırlardır bu ümmet hep yanlışın peşine takılmış, hep aklın almayacağı olguları din diye benimsemiş demektir! Mezhepler derken marjinal bir azınlıktan da söz etmediğimize göre, bu vüs’atte yanlış anlaşılan bir dinin hakikati de tartışılır hale gelmez mi!? Bu ölçüde ‘yanlışta ittifak’ın başka bir izahı var mıdır?

2. Bayındır’ın ‘babanın, kızını onun izni haricinde evlendirmesi’ bahsine yüklenmek için seçtiği anlatım tekniğindeki ‘arabesk’ arka plan sizin de dikkatinizi çekti mi?
Üniversitede okuyan ‘kızcağız’… Diplomayı alıp sevinçle memlekete dönüş… Tam bu sevinci aile ile paylaşacakken, mensup olunan mezhepten yenilen beklenmedik bir gol…

Bu mu yani?
Ben de şimdi üçüncü sınıf bir senaryo yazıp, ruhsatı Kur’ân ile sabit, ikinci hanımla evlenme meselesini ajite etsem olur mu? (Bu meseleyi, nazarî olarak Bayındır’ın kabulleneceği bir örnek olduğu için öne sürüyorum)

Mesela şöyle bir kurguya ne dersiniz:
Dört dörtlük bir yuva… Eşi ve çocukları için saçını süpürge eden fedakâr bir kadın, bir anne… Evi çekip çevirdiği gibi kendisini kocasına ve çocuklarına adamış bir engin gönül… Bir gün onca uğraşla kocasının sevdiği yemekleri yapıp işten dönmesini bekleyen bu kadıncağız, eğer müslümansa o akşam çok büyük bir sürprizle karşılaşabilir. Kendisine göre bir takım gerekçeleri olan kocası, ona “Hanım ben ikinci bir evlilik yapıyorum” der… “Bey nasıl olur? Bunca yıllık fedakârlığımın karşılığı bu mu?” der kadıncağız… Eşi “Yapacak bir şey yok! İş bitti!” diye cevap verir. Son bir gayret ve çırpınışla “Ben buna müsaade etmiyorum” diyecek olur ama kocası lafı ağzına tıkıverir: “Senden izin isteyen kim? Dinen, izin verip vermeme gibi bir pozisyonun yok”.

Bu kurgunun arkasına Bayındır’ın “Böyle bir dine kim inanır?” diye başlayan ve aynı minvalde devam eden sözlerini rahatlıkla ekleyebiliriz.

Çünkü eğer bugün birileri çıkıp, babanın, kızını, ona hiç sormadan evlendirebileceğini kabul eden bir dine itiraz edecekse, birinci eşe hiç sormadan yapılabilecek ikinci evliliğe onay veren bir dini de reddedecektir; şüpheniz olmasın.

Burada örnek verilen iki meseleden birinin içtihadla, diğerinin ayetle sabit olduğu şeklinde bir itiraz da serdedilemez. Çünkü biz hükmün kaynağından değil, insanların zihnî ön kabulleri açısından kabule şayan bulunup bulunmamasından söz ediyoruz.

Şimdi Bayındır’a samimi olarak soruyorum: Bir hükmün doğru veya dinin emri doğrultusunda oluşunun kanıtı nedir? Bugünün onca batıl malûmatla kirlenmiş zihinlerinin kabulüne açık olması bir ölçü müdür mesela? Biri çıkıp, “Algısı modern kıymet hükümlerinin tesiri ile şekillenmiş çağdaşlarımızın aklının almayacağı, vicdanen problemli bulacağı dinî hükümleri ayıklıyoruz” dese, Bayındır buna “varım” diyebilecek midir? Hiç sanmıyorum…

O halde ilgili suale cevap verirken Bayındır’ın kullandığı usul asla muteber değildir ve bu gözlükle ahkâm tenkid edilemez…

3. Hep söylüyorum, bu ümmetin uzun asırlar boyunca din algısına yön vermiş selef âlimlerini son derece can sıkıcı genellemelerle töhmet altına itenler, farkında olarak veya olmayarak “Bu din öncekiler tarafından umumen yanlış anlaşıldı; biz bu hükmün istinasıyız” demiş oluyorlar. Böyle ‘gülünç’ bir iddiaya gerçekten inanıp inanmadıklarını bilemem ama ilim-edep birlikteliğini aşındırıyor olmanın bir faturası olacağını hatırlatmak isterim.

4. Bayındır, eleştirdiği mezheplerin, eleştirdiği konudaki içtihadlarından söz ederken, ‘hükümlerinin Kur’ân’a aykırı olduğunu ve hiçbir ayete dayanmadıklarını’ söylüyor. İşbu ‘hiçbir ayete dayanmıyorlar’ iddiasının amili, en iyi ihtimalle cehalet, daha kötü ve reel olan olasılığa göre de art niyettir.
Devam edecek…

Burak ERTÜRK/Daru'l-Hikme

Dipnot:
[1]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.