22 Mart 2012 Perşembe

Hz. Ömerin Kâğıt Getirmeme Bahsi


İmam-ı Rabbani k.s. mektubatında bir soruya cevabında şunları yazıyor:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullara selâm olsun! Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt hastalığında, kâğıd istedi. (Bana kâğıd getiriniz! Benden sonra, yolu şaşırmamanız için, size kitâb yazacağım) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” birkaç Sahâbî ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı yetişir! Soralım, sayıklıyor mu?) dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü vahy ile idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde meâlen, (O, boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu. Vahy red olunursa, küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın gönderdiğine uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu. Bundan başka, Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” sayıklıyacağını, fâidesiz söyliyebileceğini sanmak, Ona güvenmeği ve dînine i’timâd etmeği sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu mühim şübheyi nasıl hal etmeli?,


Cevap: Allahü teâlâ, anlayışını artdırsın. Doğru yolda yürümeni nasîb eylesin! Böyle şübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve başka Sahâbîleri lekelemek istiyenler, insâf etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin şerefini, kıymetini anlasalar ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde bulunmakla, nefslerinin isteklerinden, temâmen kurtulduklarını ve kin, düşmanlık gibi huylardan temizlendiklerini ve hepsinin din büyüğü, islâmın göz bebekleri olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine yardım etmek için, bütün gücleri ile çalışdıklarını ve islâmiyyeti yükseltmek için, bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha “aleyhisselâm” olan aşırı sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını, zevcelerini, vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, ağaçlarını, nehrlerini terk ve fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından çok sevdiklerini, vahyi, meleği görmekle şereflendiklerini, mu’cize ve hârikalar gördüklerini, görmeden inanılan şeyleri, görerek anladıklarını, başkalarının bilgilerinin bunlara görgü olduğunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından medh ve senâ edildiklerini bilseler, bu şübhelerin uydurma sözler olduğunu anlar, kulak bile vermezler. Bu sözlerin yanlış yerlerini anlamağa, çürük noktalarını ayırmağa lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde, Eshâb-ı kirâmın hepsi ortakdır. En üstünleri olan (Hulefâ-i râşidîn) ya’nî dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir? Ömer “radıyallahü anh” öyle bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne, Enfâl sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim“aleyhisselâm”! Sana Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir!)buyurdu. Bu âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân olduğu için indiğini, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için söylenen böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen hakîkatlere uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile red edilmekdedir. Bununla beraber, bu süâle cevâb vermiş olmak için ve o şübheli sözün çürük noktalarını belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazmağı uygun gördüm. Dikkatli okuyunuz! Bu şübheyi temâmen gidermek için, birkaç önsöze lüzûm vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb gibidir:

Birinci önsöz — 
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, vahy ile değil idi. Vennecmi sûresindeki, (O, boş söz söylemez!) meâlindeki âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı sözlerine, Allahü teâlâ, yanlış demezdi ve afv etdiğini bildirmezdi. Tevbe sûresi, kırküçüncü âyetinde meâlen,(Onlara izn verdiğin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.

İkinci önsöz — 
İctihâdla olan sözlerde ve aklın verdiği karârlarda, o Servere “aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” i’tirâz etmek, başka türlü söylemek câiz idi. Haşr sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey akl sâhibleri, başkalarından ibret alınız!) buyuruyor. Âl-i İmrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, (İşlerinde Eshâbın ile meşveret et, onlara danış!) emr edilmekdedir. İbret almakda ve meşveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl olunur. Nitekim, Bedr muhârebesinde alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para karşılığı koyuverilmesi için sözler ikiye ayrılmışdı: Ömer “radıyallahü anh” öldürülmelerini istemişdi. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bırakalım demişdi. Vahy, Ömerin “radıyallahü anh” istediği gibi geldi. Para alınması, suçdur buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka, birimiz kurtulamazdık) buyurdu. Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ anh” esîrlerin öldürülmesini istemişdi.

Üçüncü önsöz — 
Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması ve unutması câizdir. Hattâ olmuşdur. Zülyedeyn hadîsinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” dört rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde selâm verdi. Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah! Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün doğru olduğu anlaşılınca, Resûl “sallallahü aleyhi ve sellem”, kalkarak, iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta değil iken ve sıkıntısı yok iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm hastalığında, şiddetli ağrıları varken, istemiyerek, düşünmeden söylemesi de elbet, câiz olur. Niçin câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven kalmasın? Çünki, Allahü teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıldığını, unutduğunu, vahy ile, kendisine bildirmişdi ve doğrusunu, yanlışından ayırmışdı. Bir Peygamberin yanlış yolda kalması câiz değildir. Yanıldığı, vahy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı, islâmiyyete güven kalmazdı. Demek oluyor ki, islâmiyyete güven kalmamasına sebeb, yanılmak ve unutmak değildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz değildir. Ya’nî hemen bildirilir.

Dördüncü önsöz — 
Hazret-i Ömer, hattâ öteki üç halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”, Cennet ile müjdelenmişdir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bunların Cennete gideceklerini bildiriyor. Bunların Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmişdir ki, tevâtür derecesine gelmişdir. Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır. Hadîs imâmlarımız, bu haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak, kitâblarına yazmışdır. Yetmişiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya toplansa, Ehl-i sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz. Kitâblarında bulunmaması, yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere ne diyecekler? Meselâ, Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Önce îmâna gelenlerden, her fazîletde öne geçenlerden, hem Mekkeden gelen Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karşılayıp yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikde bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, Onlara Cenneti hâzırladı. Cennetde sonsuz kalacaklardır) ve Hadîd sûresinin, onuncu âyetinde meâlen, (Mekke şehri alınmadan önce, din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar, müsâvî, eşit değildir. Birinciler elbette dahâ yüksekdir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı, ya’nî Cenneti söz verdi) buyuruldu. Mekke-i mükerreme şehri alınmadan ve alındıkdan sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile müjdelenmiş olunca, mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir olmakda hepsinden önde olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların büyüklüklerinin derecesini kim anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî değildir) kelimesinin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” için geldiğini tefsîr kitâbları yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde, cihâd etmekde, öncelerin öncesi odur. Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,(Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu. Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,(Me’âlimüttenzîl) ismindeki tefsîr kitâbında, ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözleşmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir. Çünki, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Yedinci senedeki Hayber gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) yapıldı ve sekizinci senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde Cennet ile müjdelenen kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en çirkin şeydir.

Beşinci önsöz —
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirmeğe mâni’ olması, emre uymamak değildi. 
Böyle şeyden, Allaha sığınırız! Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vezîrleri, yardımcıları, en iyi ahlâk sâhibi idi. Bunlardan biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla şereflenen en aşağı derecedeki Sahâbînin bile, hattâ îmân ile şereflenip, Ona ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez. Muhâcirlerin ve Ensârın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan ve en kıymet verdiği yardımcıları bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir mi? Allahü teâlâ, insâf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan, dinlemeden, ağızlarına gelenleri söylemesinler.

Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz) demişti. 
Ya’nî kâğıdı elbette istiyorsa, getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa, bu nâzik zamânda, kendisini üzmeyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr olarak isteseydi, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan şeyi yazardı. Peygamberin “aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâğıdı istemesi vahy ile, emr ile olmayıp, ictihâd ve arzû ile birşey yazacak ise, bu nâzik zamân, buna elverişli olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti ictihâd edecektir. Dînin temeli olan Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile, emirler çıkaracaktır. Kendisi hayâtda iken ve vahy gelmekte iken, ümmeti ictihâd etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince, ilm sâhiblerinin ictihâd etmeleri elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi. Böylece, vahy olmadığı anlaşıldı. Sayıklama olup olmadığını anlamak için, duraklamak, hiç yanlış bir iş değildir. Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin halîfe olduğunu merâk edip, anlamak istedi. Bekara sûresi, otuzuncu âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz dedi) meâl-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”, kendisine, Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği zemân, Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i şerîfi gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi. Meryem “radıyallahü anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin meâl-i şerîfi gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim) dedi. Peygamber, melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kâğıd getirmesini sorması, neden kusûr olsun? Neden kendini şübheli duruma düşürsün?

Altıncı önsöz —
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” asrının olduğunu ve Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en yükseğinin, Eshâb-ı kirâm olduğunu bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden başka, bütün insanların en iyisi olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, yanlış, bozuk bir şeyde sözbirliği yapmıyacakları ve fâsıkları, kâfirleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Bu ümmetin en üstünü ise, onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine yükselemez. O hâlde, biraz insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin en müttekîsi olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine halîfe seçer mi idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki, Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir. Hepsinden râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir. Bunlar, onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve şübhelerden kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın sohbetine ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin, kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu sâhibin sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin çirkinliğini iyi düşünmek lâzımdır.

Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse, Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Onu sevmek demekdir.
Bu altı önsöz anlaşılınca, bu gibi şübhelere meydân kalmaz. Hattâ çeşidli cevâblar te’mîn edilmiş olur. Bu önsözler, düşünmeğe bile lüzûm kalmadan insanı şübheden kurtarır. Zâten böyle şübhelerin bozuk olduğu âşikârdır. Bu önsözler, bu şübhelerin bozukluğunu anlatmak için değil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak içindir. Bu fakîre göre, böyle şübheler şuna benzer ki, bir zekî kimse, ahmakların yanına gelip, önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli yalanlarla isbât etse, o zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk taraflarını meydâna çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş sanırlar. Gördüklerini unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördüğüne inanıp, buna uymıyan sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü, yüksekliğini, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi meydâna çıkarmış, herkese göstermişdir. Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemeğe çalışmak, göz önündeki altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden sonra, kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti bol ancak sensin!

Din büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları kötülüyorlar? Fâsık ve kâfir olduğu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini bile kötülemek, ibâdet ve fazîlet değildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir sebeb değildir. O hâlde, dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç fâidesi olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, islâmiyyetde bildirilmemişdir. Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.
(Bu mektûb, hâce Ebül-Hasen Behâdır Bedahşîye yazılmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.