18 Ocak 2013 Cuma

Yaman Takiyyeci




Kendileri, Edirne ve Kırklareli’nde imamlık ve vâizlik yaparken, yakın arkadaşlarına ve dostlarına “Ben, bu insanların içinde bunalıyorum, bu hizmetler bana göre değil, Memleketime dönüp, uzlete çekileceğim, belki beş on koyun alır, onları güder, ikfâf-ı nefs kadar rızkımı onlardan çıkarırım” diye diye.
İzmir’de, Akseki’li Ali Rıza Bey’in, İmam-Hatip ve İlâhiyat’a öğrenci yetiştirme Derneğinde kalıp, Cum’a günleri Kestanepazarı Cami’inde va’az ederken, “Sizin gibi cemâdat’a boşuna nefes tüketeceğime bitli yorganıma sarılıp Rabbime niyaz etsem daha iyidir,” derken de hep takiyye yapıyordu.

Öteden beri ağdalı-cinaslı konuşmayı sever, bilindiği gibi, kâinatta, zîruh ve nâmî, üreme ve yetişme kabiliyeti olmayan, donuk cisimlere camid, çoğuluna cemâdât denilir. Hazretin va’azlarını dinlemek için bir saat, kırk beş dakîka önceden gelen cemaat için, hissiz ve ruhsuz olduklarını ima ile bunlara “Cemâdât” diye hitap ediyordu.
“Cemaate hakâret ettiği, kırıcı konuşmalar yaptığı” gerekçesiyle defa’larca müftülük nezdinde şikâyette bulunulur, müftülükçe yaptırılan murâkabe neticesinde, bu hususlar murâkıplarca da tesbit edildiğinden, İzmir Merkez vâizliğinden alınır, Bornova’ya verilir, buraya gönderilirken de: Bornova Müftüsüne
“Bornova Merkezinde 57. Topçu Tugayı bulunmaktadır, Tugay’da vazifeli Subay ve Ast.Subaylardan pek çoğunun özellikle Cum’a namazlarını Cami’i Kebir’de kıldıkları biliniyor, bu sebeple size yeni tâyin edilen zat’ı mümkün olduğunca merkeze uzak mahalle aralarındaki cami’lerde vazifelendiriniz” diye de tenbihte bulunulur.

Henüz şöhrete ulaşmamış, mütevâzî, eğreti, her fırsatta kendisinin bu toplumun insanı olmadığını, uzlete çekileceğini, memleketine gidip, koyun kuzu güdeceğini tekrarlayan iddiasız birisi...

Talihi yaver gider, İzmir’de bir başka büyük cemaatin temsilcisi olan zât’ın bâriz hataları üzerine, bu cemaate yoğun maddi-manevî destek veren İzmir’deki müslüman sermâyedarlar, o zamanlar kendi köşesinde mütevâzî bir derviş gibi yaşayan bu zât’a teveccüh ederler, zaman içerisinde İzmir’li bu sermâyedarlara İstanbul’daki uzantıları ve gönüldaşları iltihak eder.

İzmir’li sermâyedarlar, İstanbul’daki uzantıları ve gönüldaşları, daha önce yoğun bir şekilde yardım ettikleri cemaat, kurslarında İslâmî ilimleri, Kur’ân ilimlerini tâlim ediyorlardı. Halbuki, bu zât’ın geldiği disiplinde; Kur’ânî ilimler, İslâmî ilimlere ehemmiyet verilmez, Sarf, Nahiv gibi harf ve cümle yapısı, Kur’ân-ı ve Kur’ân lisanındaki metinleri doğru okuma ve anlama için anşart olan, Âlât İlmi, “Kıl-u Kâl ilmi” diye hafife alınır, Kur’ân-ı Kerimi, fasîh ve belîğ olarak okumanın ve Kur’ân-ı Kerim’in “Allah Kelamı olması i’tibâriyle beşerüstü belâgat ve fesâhatını bir nebze olsun, anlamaya vesiyle teşkil eden İlm-i Vaz’ı, İlm-i Belâgatı, İlm-i Kelâmı, Fıkıh ve Usûl-ü Fıkhı, hadis usûlünü, Tefsiri okumaya, öğrenmeye ihtiyaç yoktu. Hattâ, Kur’ân-ı Kerim’in hıfzına ve yüzünden Metn-i Aslî’sinde okumaya bile ihtiyaç yoktur...

Önceleri Osmanlıca olarak, daha sonraları ise, latin Harfleriyle teksîr veya matbaada bastırılmış, herhangi bir metodolojisi olmayan çoğu kısmı tekrar olan, münhasıran, ihtarlar, ârızlar şeklinde hazırlayıcısının ilhamına isnad ettirilen-tabiî, ki, ilhamın kimden ve kimlerden geldiği de belli değildir. RİSÂLÂT bütün bu yukarıda kısaca saydığımız ilimlerin yerine geçmiştir. Bu bakımdan nerede ise her mahallede bir Medrese-i Yûsufiye vardır, ama buraya devam edenlerin hemen hemen tamamına yakını, İslâmî ilimlerden bîhaberdir, hatta Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumaktan da acizdir. İzmir’li ve İstanbul’lu sermâyedarları bir arada tutmak ve kesintisiz yardımlarını çekebilmek için bir şeyler yapılmalıydı.

İslâmî ilimlerde temelleri olmayan, başlangıçtan itibâren herhangi bir disipline girmemiş, başıbozuk devşirme, az sayıda İmam-Hatip okulu talebesi, ortaöğretim seviyesindeki talebe ve yine az sayıda fakültelerde okuyan talebeye yardımlar yapıldı, onlar için ışık evleri açıldı. İzmir ve diğer bâzı Ege bölgesi vilâyetlerinin dağlarında hiç bir makamdan izin almadan kimselere sormadan kamplar kuruldu.

Bu kamplar devletin güvenlik güçleri tarafından basıldı, dağıtıldı, alâkalılar hakkında ta’kibat yapıldı.
Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin yıkılmasında birinci derecede âmil olan İttihad ve Terakkî Komitacılarının işlevini devam ettirmek üzere İttihad ve Terakkî’nin Merkez-i Umûmîsi olan “Kızılkonak”ta faaliyet gösteren, kurulduğu günden beridir, aralıksız İslâm’a ve müslümanlara, Türk’ün ruh köküne düşman olan, bitmez-tükenmez bir kin ve hırsla her vesilede İslâm’a ve müslümanlara tecâvüzü mârifet sayan mâhut ve mâlum gazete, bunları vesiyle ederek, günlerce İslâm düşmanlığı ihtiva eden tefrikalar yayınladı. İrtica’nın devleti kuşattığı, devleti ele geçirmesinin artık an mes’elesi olduğunu filan ciddi ciddi iddia etti.

İlerisi gerisi fazla düşünülmeden kurulan bu kamplar bu cenahlarda öylesine î’zam edildiki, Muğla-İzmir arasındaki bütün pamuk tarlalarının, zeytinliklerin bu zata ve onun yakınlarına ait olduğu bile iddia edildi.
Mâhut gazete’nin bu yayını, gazetenin bu yayınlarına istinâden başka yayınlar bu zât’ın karizmasının yükselmesine ve şöhret basamaklarını hızla katetmesine yardımcı oldu. Kendisine İslâmî ilimlere bigâne tavrı dolaysiyle bir hayli tereddütle bakan İzmir ve İstanbul sermâyesi bu yayınlardan sonra saflarını sıkıştırdılar, desteklerini artırdılar. Bu cephede şöyle bir mantık geçerlidir, “Bizim düşmanımızın düşmanı, bizim en yakın dostumuzdur. Kuruluşdan beridir, İslâm düşmanı olan bu gazete, bu zat’a acımasızca saldırdığına göre demekki, bu zat, mücâhid birisidir, bize düşen de maddî-manevî kendisine destek olmaktır.”

Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 darbesinde İstanbul hariç, -İstanbul’da, 1. ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığında bulunan akıllı bir Başsavcı ve onun vatanperver yardımcıları sâyesinde, istisnalar hariç, topyekûn bir tutuklama tedhiş hareketi görülmemiştir.- başta İzmir olmak üzere Anadolu’da İslâmî muhitlerde az-çok isim yapmış kim varsa Sıkıyönetim komutanlıklarına celpedilmiş ve tutuklanmışlardır. Diğer cemaat mensupları yanında bu Zat’da bir müddet İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı hapishanelerinde tutuklu kalmıştır.

Bu son durum bu zat’ın karizmasını taçlandırmış, etrafında toplananların saflarını sıkıştırmasını sağlamıştır.
Artık, halk tâbiriyle bu zât’a, “Yürü yâ kulum” denildiği yıllardır...

Yaman takiyyeci, bu yıllarda mağdur, mahkûr ve mazlum rollerini çok büyük bir muvaffakıyetle oynadı.
Yıllar önceydi, İstanbul’da Boğaz’ın Anadolu Yakasında Çengelköy yakınlarında bir yerde bir dostumuzun sünnet merâsimine dâvetliydik. Yemekler yendi, namaz kılındı, sünnet merâsimi tamamlandı. Dâvetlilerden çoğu mekânı terkettiler, iki elin parmakları kadar dâvetli ya kaldı, ya kalmadı.

Dâvet sahibi olan Hocamız, “Akkoca, sende hem hocalık, hem de gazetecilik var, kulağın deliktir, söyle bakalım, memleketimizde neler oluyor, neler dönüyor?” dediler.

“Hocam! Memleket bildiğiniz gibi, fazla değişen bir şeyler yok, yalnız ortalık iki zât’a kalmıştır, birisi gülerek, diğeri ağlayarak malı götürüyorlar. Buna mukâbil, memleketimizdeki diğer dînî dinamikler ya kendi aralarında kavga ediyorlar, ya da bîgâne bir şekilde rollerini büyük bir muvaffakıyetle icra eden bu iki büyük artist’i temâşa ile, zaman zaman da takdir alkışlarıyla meşguldürler,” dedim.

Az sayıda dâvetlilerden birisi, -sonradan Karadeniz illerinden birisini bir ilçesinin dernek başkanı ve o il’in bütün ilçe dernekleri birliğinin de başkanı olan bir zat- çok hiddetli ve şiddetli bir ifade ile “siz, o mübârek insanlar hakkında nasıl konuşuyorsunuz, onlar, bu devirde İslâm’a en büyük hizmeti yapıyorlar,” diye gürledi.

Kendilerine, “Beyefendi! Ben sizinle muhatap olmam, Hocamız bana bir sual tevcih etti, kendilerine cevap mahiyetinde görüşlerimi arz ettim. Siz, benim görüş ve düşüncelerime katılmayabilirsiniz, sizin öyle düşünme ne kadar hakkınız ise benim de böyle düşünme hakkımdır.” dedim. Ağustos sıcağında ortada buz gibi bir hava oluştu, dâvet sahibi defalarca özür dilemek zorunda kaldı ve bendenize böyle bir sual tevcih ettiği için her halde ziyâdesiyle pişman olmuştu.

Aradan çok uzun bir zaman geçmeden sürekli tebessüm ederek-gülerek, faizsiz bankacılık sistemine para toplayan zât’ın “FİNANS KURUMU” iflas bayrağını çekmiş, fâizden, bankacılık sisteminden kaçan yüzbinlerce Müslüman-Türk vatandaşının, birmilyardörtyüzmilyon Amerikan Doları hava olmuştu...

Başta şirketlere aktarılan, televizyon dizileri için harcanan, artistlerin başlarına helikopterlerle saçılan bu paralar, 400 Milyar TL’si, Türkiye Diyânet Vakfına ait olmak üzere, vakıflara, cami ve Kur’ân Kursu derneklerine, faizden kaçtıkları için bankaların bulunduğu cadde ve sokaklardan bile geçmeyen müslümanlara aitti.
Ömürlerinin tek gayesi olan Hacc ziyâreti için ömür boyu biriktirdikleri Hacc paraları, kimsesiz yaşlı ve dul kadınların kefen paraları da, yangın çıkabilir, hırsızlara kaptırılabilir korkusuyla bu faizsiz sistem kurumuna yatırılmıştı.

Sünnet merasiminde bizi azarlayan dernek ve vakıf başkanı olan zat da, başkanı olduğu derneklerin ve vakıfların birmilyon Amerikan dolarına yaklaşan paralarını, faizden kaçmak ve İslâm’a hizmet etmekte olan bu kurum ve kuruluşa yardım etmek maksadıyla bu kuruma yatırmıştı. Tabiî ki, diğer şirket, vakıf ve derneklerin yatırdıkları paralar gibi bu zat’ın başkanı olduğu vakıf ve derneklerle birlikte kendi tasarrufları da buhar olmuştu.

Bu hususta dertleştiklerine, “Bir zamanlar beni ve diğer müslümanları birisi ikaz etmişti, fakat biz o zat’ın ikazına kulak asmadığımız gibi, kendisiyle kavgaya bile tutuşmuştuk, kendisine herhangi bir yerde rastlarsam, özür dileyecek ve ağzından öpeceğim,” diyormuş. Haklı çıkmak insanı gururlandırır, ama, keşke, ben haksız çıksaydım da bunca insan, dernek ve vakıf müslümanlardan topladıkları paralarını kaptırmasaydılar.

Türkiye Diyânet Vakfı başta olmak üzere, bu “KURUM”a paralarını kaptıran dernek ve vakıflara, “Müslümanlardan topladığınız zekât ve fitre paralarını tedbirsizlik ederek niçin bu “KURUM”a kaptırdınız, diye hiç hesap soran çıkmamıştır.

Bundan sonra en azından müslümanlar, “bizden topladıklarınız zekât ve fitre paralarını kaptırdınız, mahalline sarf etmediniz, bundan sonra size yardım ederken iki kere düşüneceğiz, zekât ve fitrelerimizi sizin gibi çarçur etmeyecek, zekât, fitre ve infak’ın ruhuna uygun olarak bu yardımların gerçek sahiplerine bizim adımıza ulaştıracak olan şahıs, dernek ve vakıfları tercih edeceğiz,” diyerek hesap sormalıdırlar...

Merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1970’li yıllarda, siyâsi partilerimizden birisinde idarecilik, o yıllarda kurulan hükûmetlerde bakanlık yapan bir zat için, “Mütebessim Ahmak,” derlerdi. Hatta, zaman zaman, yüzüne karşı böyle hitap ettiği halde o zat, ahmakça tebessümlerine devam ederdi. Fakat, tebessüm ede ede malı götüren bu zât aslâ “Mütebessim Ahmak” değilmiş, aksine “Hinoğlu hin, bir Mütebessim,” imiş...

YA AĞLAYARAK MALI GÖTÜREN!..
20.Asr’ın 80’li, 90’lı yılları sanki bir geçiş, boşluk, berzah yılları gibiydi. Türkiye’de dînî dinamikler, muhtelif sebeplerle çekinik, pısırık haldeydiler. Bu boşluktan en iyi istifade edenlerden birisi de ağlayarak malı götürenlerdendi.

Bu dönem, koalisyonlar içinde bile olsa, değişik görüşlerin iktidara taşındığı, sermâyenin, banka kredilerinin, devlet eliyle verilen tahsislerin ve taahhütlerin daha geniş kitlelere indiği, olabildiğince genişlediği bir dönemdi.
İzmir’in Kemeraltı’sında, İstanbul’un, Sultanhamam’ında Han Odabaşılığı yapanların bile, devletten aldıkları tahsisler, taahhütler ve banka kredileriyle fabrikatör olduğu bir dönemdir.

Aynı imkânlarla, Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki küçük müteşebbislerin büyük paralar kazandığı bir dönemdir.
Yaman Takiyyeci, ömrünün en büyük takiyyesini göstermeye başlamıştır.

İzmir’de Hisar Camiî’nde, İstanbul’da Süleymaniye Camiî’nde, büyük kalabalıklara va’azetmeye başlamıştır.
Va’az’larında, sık sık, kendisinin hiçbir mal varlığının olmadığını, tekrarlamakta, bir lokma, bir hırka ile iktifa ettiğini, dünya malı ve saltanatında gözünün olmadığını ifade ederek, kendisinin ashâp dönemindeki müslümanlar gibi yaşadığı hususunda dinleyenleri iknâ etmektedir.

Dinleyenlere, ashâp dönemi müslümanlarının hayat tarzlarını ajite ederek ve ağlayarak anlatıyor, Aşare-i Mübeşşera gibi kolayca  cennete girecekleri yolu gösteriyor, damardan girerek her türlü dünyevî ve mâlî fedâkarlığa hazır hale getiriyordu.

Ortam böylesine hazırlandıktan sonra, harcama yetkisi yalnız Baştakiyyecide olan, miktarı ve cinsi de yine Baştakiyyeci tarafından bilinen çok büyük bir likidite birikmiştir.

Bu paralar, Baştakiyyecinin sarsılmaz itimadına mazhar bir kaç kişi eliyle özel okul-çok pahalı paralı eğitim kurumları, dershâneler, finans kurumu, sigortacılık, inşaat, sağlık kuruluşu, yazılı ve görüntülü basın kuruluşları, kitapçılık, dergicilik, elektronik, müzik ve kaset gibi sahalarda yatırıma dönüştürülmüştür. Bu kuruluşlarda çalışanlar, İslâm’a hizmet ettikleri inancıyla asgarî ölçülerde maaş alırlar, şirketlerde ortak görünenler ise kâr payı-temettû filan da almazlar-alamazlar. Çünkü buralarda ortak görünenler gerçekten ortaklar değil, kağıt üstünde ortak görünürler. Hiç bir yerde kaydı-kuydu bulunmayan, miktarı bilinmeyen-tahminlere göre Devletimizin yıllık bütçesinin en az yarısı kadar olan, beher yıl toplanan zekât ve İslâm’a hizmet fonundan oluşan bu paralar nerede niçin harcanmaktadır?

Türkiye’de faaliyet gösteren kolejler, vakıf statüsünde değil, birer ticârî şirket olup, bu kolejler, bunların yan kuruluşları olan özel dershaneler, emsâlleri arasında en yüksek bedel ödeyerek girilebilir yerlerdir. Hastahâneler ise, fakir-fukarâ’nın, bulundukları semtlerden bile geçemeyecekleri ölçüde pahalıdır. Kazara, herhangi bir fakir veya ortahalli birisi bu hastahanelerden birisine düşmüş olsa, varını, yoğunu, oturduğu daireyi satmış olsa bile, bir iki günlük hastahane masrafını karşılayamaz...

Burada bir parantez açarak, ticâret maksadıyla açılan hastahaneler genelinde, müslümanlardan toplanan, zekât ve İslâm’a yardım faslından toplanan paralarla kurulan hastahaneler özelinde bir şeyler söylemek gerekirse: Bizim medeniyyetimize, Selçûkî ve Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde, Paralı hasta bakılan müesseseler yoktur. Selçuklu ve Osmanlı’da çok parlak örneklerini gördüğümüz, müstekîl Dâru’ş-Şifâ’lar, Cami’i merkezli, büyük Külliye’lerin ayrılmaz birer parçaları olan, Dâru’ş-Şifâ’lar, Osmanlı’da ilk def’a “HASTAHÂNE” isminin kullanıldığı, 1848 tarihli, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan Vakfı, İstanbul’daki “BEZM-İ ÂLEM VAKIF GUREBÂ HASTAHANESİ” milletimizin yüzakı müesseseleri vakıftır. Aslâ ticâri bir gayeleri yoktur.

Büyük şehirlerin varoşlarında, üniversite ve ortaöğretimde okuyanlar için açılan, IŞIKEVLERİ, bu evlerin kiraları civarda oturan hamiyetperver insanlar tarafından karşılanmakta, günlük ihtiyaçları ise kendileri tarafından te’min edilmektedir.

Dünya’nın dört bir tarafındaki Yaman Takiyyeci ve Dünya Barış Guru’suna bağlı okullar....
Bu okullar nasıl açılıyor?
Her yıl zekâtını, İslâm’a yardım fonundan istenen parayı, gerek görülür ve istenirse sahibi olduğu tüm dünya varlıklarını bir işâretle vermeye hazır olan safderunlar, zannetmektedirler ki, ağabeylerden birisi, çantasına dolarları doldurup, uçağa binmekte, okul açılacak memlekete gitmektedir. Hava meydanında o memleketin yetkilileri kendisini karşılamakta, “Buyurun, hoşgeldiniz, biz zâten Türkleri çok severiz, özellikle Hocaefendi hayranıyız, okul yapılacak arazi şurasıdır, buyurunuz, okulunuzu buraya yapınız, bizim Başbakanımızın, kralımızın, eşrafın çocuklarını da okulunuza kaydediniz.” diyorlar, Türkiye’den bu ülkeye giden hayırsever müteahhid kardeşlerimiz de bilâbedel bu okulları inşa edivermekteler.

El âlemi güldürmeyiniz beyler!...
Hükûmet etme tarzları, rejimleri, bağlı bulundukları federasyonları, milletlerarası kuruluşları farklı, Afrika’dan, Asya’ya, Afganistan’dan Sibirya’ya iktisâdî ve demokrasileri bakımından geri kalmış, çoğu da sömürgecilikten sözde yeni kurtulmuş bu memleketlerde açılan okullar, tıpkı, 20. Asr’ın başlarında dünya’nın sömürülen bölgelerinde ve Devlet-i Aliyye’mizin inkiraz döneminde memleketimizin dört bir bucağında açılan Amerikan Okullarına benzemektedirler.

Bu okullarda tedrisat dili, İngilizce idi. Tıpkı, İngilizlerin sömürge bölgelerindeki, Hindistan’da, Afrika’da olduğu gibi. Zirâ nesiller hangi lisan ile beyinlerini bilgi ile doldurursalar, kısa bir müddet sonra o dilin hâkim sınıfları gibi düşünmeye başlıyorlar.

20. Asr’ın başlarında Memleketimizin dört bir tarafındaki Amerikan okullarında İngilizce tedrisat yapan okullarda okuyan çocukların kâhir ekseriyyeti Türk çocuklarıydı, Türkçe konuşuyorlardı, ana dilleri Türkçeydi.
Türkçe konuşan bu Müslüman-Türk çocukları, Hıristiyanlaştırılmadılar, çünkü Türk Milleti, bu çocukların anne-baba ve velileri bu mes’elelerde çok hassas idiler. Ayrıca Devletimizin bütün kurumları da hassas idi. 1920’li yılların sonlarında, Güney illerimizin birinde bulunan Amerikan okullarından birisinde iki Türk öğrencinin tanassur ettiği (Hıristiyanlaştırıldığı) Ankara’ya rapor edilince devrin Cumhurreisi, bu okulların derhal kapatılmasını emretmiştir.
Ne varki, biraz da eğitim sistemimizdeki büyük değişikliklerden cesâret alan bu okullar, Türk öğrencileri birer inkârcı, ateist olarak yetiştirmişlerdir. Bu okullarda okuyanlar, bürokrat, mütegallibe, eşrâf ve zenginlerin çocuklarıydılar. Daha sonraki yıllarda memleketimizin idaresinde köşebaşlarını hep bunlar tuttular, meb’us oldular, Bakan oldular, önemli makamlarda bürokrat oldular. Ticaret ve Sanayii alanında bunlar söz sahibi oldu. Yarı resmî odalara-Ticaret ve Sanayii-bunlar başkan oldular.

Bizi biz yapan bütün değerlerimizden bizi kopardılar.

Müslüman-Türk’ün mayasından, ruh kökünden bizi uzaklaştırdılar.

Milletlerarası cemiyetlerin men’featı için yemin ettiler, Memleketimizin Âlî men’featleri yerine bu cemiyetlerin men’featleri istikâmetinde tavır koydular.

Memleketimizde genel olarak Eğitim, özelinde de Din Eğitimi-İslâmi ve Kur’ânî ilimlerin tahsili, tam bir çıkmazda iken, bu Milletin iğfal edilmiş, zavallı Müslüman vatandaşlarından topladığınız zekât paralarıyla Kenya’da, Kuzey-Güney Afrika’da, Rusya Federasyonu Cumhuriyetlerinde, Hıristiyan ve ateist’lerin çocukları için eğitim Kurumları açmanızın hikmeti nedir? sualine mantıklı bir cevap verilememiştir.

Bu sualler karşısında hep tekrarlanan nakarat! “Bu okullara Türk Bayrağı asılmaktadır, İstiklâl Marşı söylenmektedir” Üsküdar’a girerken aldı da bir yağmur türküsü terennüm edilmektedir, bu talebelere Türkçe öğretilmemektedir. (İçlerinden kabiliyetli bâzı öğrenciler seçiliyor, yoğun bir eğitmi ile onlara Türkçe öğretiliyor, bunlar Televizyon Kanalında gösterilerek bütün talebelerin Türkçe konuştuğu intibâı veriliyor, tam bir takiyye... Farzedelim ki, bu okullardaki tüm talebe Türkçe biliyor, İstiklâl Marşını Türk çocukları kadar güzel söylüyor, Allah Aşkına bu neyi değiştirir?

Tamamına yakını, Müslüman-Türk çocuğu, ana dilleri Türkçe, okullarında Türk Bayrağı hiç indirilmeden gönderde, sabah-akşam İstiklâl Marşı okunan memleketimizdeki yabancı okullardan me’zun olanlar, nasıl yetişmektedirler ki, bunlardan memleketimiz, milletimiz adına ne bekliyoruz ki, sizin okullarınızda ya tam bir Hristiyan ya da tam bir ateist olarak yetişenlerden bir şeyler bekleyelim...

Sık sorulan bir suâl:
Memleketimizin ve milletimizin bunca mes’elesi varken, niçin bunlar hakkında yazı yazıyorsunuz?

Cevap: Münâfık’ın nifakı, fâsık’ın fıskı, bütün Müslümanlara zarar verecek bir raddeye varmışsa, artık, münafık’ın nifakını, fâsık’ın fıskını izhar etmek (açıklamak) bir “Emr-i Bilmâruf, Nehy-i Anilmünker” haline gelir ki, Emr-i Bilmâruf, Nehy-i Anilmünker ise bir farz-ı ayn olup, bu vazifeyi elinde güç bulunduranlar elleriyle, silah gücüyle, âlimler dilleriyle-eli kalem tutanlar ellerindeki kalemleriyle- biz âcizâne bunu yapmaya çalışıyoruz- bunlara gücü yetmeyenler de kalpleriyle buğuz edeceklerdir ki, bu üçüncü yol imanı zayıf olanların tercih ettikleri yoldur.

Barış Gurusu ve Yaman Takiyyecinin Ümmet-i Muhammed’in evladına dinini, diyânetini öğretilmesi hususunda hiç bir çabası, gayreti olmamıştır. Hâlen de böyle bir gayret ve çaba içinde değildir.

Referans olarak aldığı zât’ın da böyle bir gayreti yoktu.

Kendisinin de aralarında bulunduğu;
“Hürriyet, musâvat, adalet isteriz”, diye diye, Selânik yahudi-mason’larının öncülük ettiği yıkıcı hareketler neticesi, Devlet-i Aliyye’miz yıkılmış, yeni idâre peşpeşe kararlarla eski ile yeni arasındaki bütün köprüleri yıkmıştı.

Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabûlüyle, medreseler bütünüyle lağvedilmiş, İslâmî ilimlerin tahsilinde, daha da vahimi, her müslüman’ın asgarî bilmesi gereken, Zarûrât-ı Diniyye’sini öğrenebilmesi için çok büyük bir boşluk doğduğu bir zamanda, Resmî-gayr-i Resmî, pek çok teşebbüsler olmuş, eli öpülesi, Muhterem hocalar, Memleketimizin muhtelif bölgelerinde Kur’ân, Kur’ânî ilimler, en azından Türk insanına asgarî dinini, diyânetini öğretebilmek için insanüstü gayretler sarf ederken, bu zât, değeri, te’siri, te’sir sahası, hedef kitlesi sadece yazandan referanslı, metedolojisi bulunmayan, vehimlere, rüyalara, kendisinden menkûl ilhamlara dayanan, mektuplar ve risâlelerle bir nesil uyutulmuş, uyuşturulmuştur.

Geldiğimiz nokta, bu zât’ın yolundan giden, izini tâkip eden kuşaklar, şu anda üçüncü kuşak ortalardadır, mensup olduğu dinin ana kaynağı kitabını okuyamaz, asgarî ilmihal bilgilerinden mahrum, fakat, ne manaya geldiğini dahî bilmediği çeşitli te’lif zaaflarıyla mâlul, Türkçe, Arapça, Farsça terkiplerden müteşekkil, risâleleri “VİRD” dinler gibi sadece dinlemektedirler.

Günümüzde, Barış Gurusu, açıktan henüz söylemeseler de dünyada bütün insanlar arasında cihanşümûl bir sulhu te’min edeceğine inandıkları “MEHDİ” olarak görenler, aslında Hocaâfedi’nin referans aldığı zât’a, bizler de, İslâm ve ehl-i Sünnet akîdesiyle aslâ bağdaştıramadığımız tavırlarından dolayı, bu zât’a haksızlık yapmaktayız.
Yaman Takiyyeci, çıksa da
“Ben örnek aldığım zât’ın görüşü etrafında fikirler oluşturmaktayım, bunları kendiliğinden söylemiyorum, benim referans aldığım zât da şu şu mevzularda işte benim gibi düşünüyor” deyiverse, o zât’ın yolunda olanların takiyyeciye bir şey deme hakları olmaz, ama, bizlerin söyleyeceği çok şey vardır.
Biz, söyleyene değil, söylenene bakarız, İslam’a aykırı, ehl-i Sünnet’e aykırı şeyleri, şunun-bunun söylemesi ehemmiyet arzetmez, kim söylerse söylesin tavır alırız, karşı koyarız, mücâdele ederiz, bu tavrımız, mücadelemiz karşısında bâzı eski dostlarımızı kırmak pahasına da olsa...

Şakird’lerinin, müceddit, müçtehid ve asr’ın müfessiri olarak gördükleri o zât’ın görüş, düşünce ve davranışlarıyla Yaman Takiyyeci’nin bugünkü görüş, fikir ve davranışları arasında tam bir paralellik kurmak mümkündür.
“Kendisinin ve sadakatle kendisine bağlı bulunan şakird’lerin varlığı bereketiyle, Isparta ve Kastamonu illerinin semâvî ve arazî her türlü âfet ve felâketlerden korunduğunu söylemekle”, Erzurum’da bir çocuk dünyaya gelir, eğer bu çocuk Erzurum’da doğmasaydı, 1939’da Erzincan’da meydana gelen binlerce insanın öldüğü ve büyük hasara sebebiyet veren zelzele Erzurum’da meydana gelecekti, demek arasında ne fark vardır?

“Şüphe yok ki kâfir olanlar, yer yüzündeki her şey ve bu yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır.” (Mâide 5/36)

“İşte Rabblerinin emrine uyanlar için en güzel (Mükâfat) vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yer yüzünde tümüyle bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka feda ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır.” (RA’D 13/16)

Yukarıya meallerini aldığımız âyet-i Kerime’lerin açık, sarîh ve net hükümlerine rağmen, “Ahirette iyi niyetli kâfirlerin bir şekilde mükâfatlandırılacağını söylemekle, hıristiyan ve yahûdileri kardeş ilân etmek, onlar için dua etmek, Papa’dan misyon almak arasında ne fark vardır? Yaman Takiyyeci, aile hayatı ve dünya hayatında da üstadını taklid etmiştir, tercih ettikleri aile hayatı-her ikisinin de bir aile hayatı yoktur- ve tercih ettikleri abartılı uzlet, Alemlerin Efendisi, Hazret-i Muhammed Mustafa salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden ziyâde, Hazret-i İsâ’nın sünnetine uygun bir davranıştır.

“Nikâh benim sünnetimdir, sünnetimden yüz çevirenler benden değildir.” (Benim ümmetimden değildir.)

“Andolsun ki, Resûlüllah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb 33/21)

Resûlüllah’ın, en güzel nümûne-i hayatından birisi de O’nun örnek aile hayatıdır, eşleri ve çocukları, torunlarıyla münasebetleridir. Hayatında her hususta Resûlüllah’ı örnek alan insanların Ürologları alakadar eden bir rahatsızlıkları söz konusu değilse, bir aile kurmaktan kaçınmaları, aile hayatından yüz çevirmeleri imkânsızdır, hele bunu, bir meziyet olarak taraftarlarına sunmaları ise en büyük takiyye’dir.

Bu vesiyle ile, burada tarihî bir hatayı düzeltmek, gelecek nesillerin çalışmalarına bir nebze katkı olması için tarihe bir not düşmek isteriz.
Mensuplarının-şakird’lerinin tutunacak bir dal ararken referans olarak gösterdikleri ve nesillere yaydıkları bir hatayı düzeltmek isteriz. Şakird’lerin söyledikleri şudur:
Bu zât’ın muasırı, Kur’an ve İslâmî ilimlerin tedrisi ile temâyüz etmiş Ders-iâm Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleriyle alâkalı olarak; Güya, bu zât’ın şakirdlerinden birisi, Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretlerine üstadından selâm getirmiş, Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleri de,
“Biz, Ümmet-i Muhammed’in evladına Kur’ân-ı öğretmeye gayret ediyoruz, üstad da risâleleriyle tahkîkî imanı aşılıyor, duacıyız,” filân demiş...

Bu mes’elenin aslı şudur, : İstanbul Bahçekapısında, Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretlerinin büyük damadı, Merhum, Kemal Kacar Bey’e ait, Rasimpaşa Han’ının birinci katındaki Yazıhane’de, bu zât’ın talebesinden birisi Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretlerini ziyaret eder, bu kişi, muhtemelen Merhum, Avukat Bekir Berk’dir veya Dr. Tahir Barçındır. Selâm ve ikram faslından sonra, Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleri bu genç adama; Üstadınıza benim selâmlarımı söyleyin, “Üstad öncelikle bir ilmihal yazsın, bu talebelere bu risâlelerden önce mutlaka bu ilmihal’i okutsun”
Hazindir ki, üstad ne böyle bir ilmihal yazmıştır, ne de risâlelerden önce ilmihal okumalarını tavsiye etmiştir. (Bu mes’eleye şimdilik bir nokta koyuyoruz, derinlemesine devam eden çalışmalardan sonra, daha geniş açıklamalar yapılacaktır.)
***
28.11.2005 Önce Vatan
Mustafa Akkoca

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.