İslam âleminde en yaygın inanç ehl-i sünnet ve’l-cemaat inancı. Müslümanların çoğu bu inanca mensup. İkinci yaygın inanç şiîlik. Bunlardan başka, sapık olmakla beraber İslam dâiresi içinde kabul edilen başka mezhepler de var. Vehhâbîlik, müşebbihe, mûtezile, lâedriye vesâire…
Herkes kendi yolunu doğru kabul
ediyor. Sapık mezheblere mensup olanlar da öyle. Onun için kendi
mensuplarını çoğaltmak istiyorlar. Bu düşünceyle, her türlü yalanı meşru
görenler var. Zamanımızda bazı sapık mezheb mensupları zehiri altın
tasta sunuyor. İslam âleminin kâhir ekseriyeti ehl-i sünnet olduğu için,
kendi mezheplerinin görüşlerini yazdıkları kitaplara ehl-i sünnet
ismini veriyorlar. Ehl-i sünnete göre şu mesele, bu mesele gibi isimlerle kitaplar basıyorlar.
Ehl-i sünnet olan Müslümanları kandırmaya çalıştıkları noktalardan biri de “İstivâ” meselesi…
Tâhâ sûresi 5. âyet ile A’raf sûresi
54. âyette geçen istivâ kelimelerini Ehl-i sünnet inancına ters bir
şekilde ele alıp bunu kitaplaştırıyor ve böyle kitaplara da Ehl-i sünnet
ismi veriyorlar.
Bu kitaplarda hangi inancı işliyorlar?
Allah’a cihet nisbet ediyorlar. Allah’ın –hâşâ- Arş üzerinde oturduğunu söylüyorlar.
Oysa birçok Ehl-i sünnet âlimi,
Allah’a cihet nisbet edenlerin küfre düşeceğine hükmetmiş. Zira bu
inanış, Allah’ın cisim sahibi olduğuna inanmayı gerektirir.
Ele aldıkları âyet-i kerimeler,
hepimizin bildiği gibi Arş ile ilgili olan âyetlerdir. Allah’ın
yarattıkları içinde en büyüğü arşdır. Onun için, Arş hakkında “arş-ı a’lâ / yüksek arş” diye bahsedilir. Kur’an-ı Kerim’de, “O Allah, azıym / büyük olan arşın rabbidir” buyurulur. Tâhâ sûresinin 5. âyetinde de, “Rahman, arş üzerinde istivâ etti” buyurulmaktadır. A’raf sûresi 54. âyette de aynı ifadeler vardır.
İstifâ, “Yükselmek, yerleşmek, oturmak, istîlâ, karar kılmak,” mânâlarına
geliyor. İslam inanç ve itikadını ölçü almaksızın, âyeti bu kelimenin
sadece lügat mânâsına göre mânâlandırmak yanlış olur. Zaten “Allah arş üzerinde oturdu, kararlaştı” gibi
bir mânâya gitmenin yanlışlığı ortadadır. Çünkü böyle bir inanış,
Allah’ın kendi yarattığı bir şeye muhtaç olduğu mânâsına geldiği gibi
Allah’a mekan isnat etmek mânâsına gelir ki böyle bir inanç İslam
inancına sığmaz.
Şûrâ suresi 11. âyette, “Onun (Allah’ın) misli hiçbir şey yoktur” buyuruluyor. O bakımdan, bu âyetteki istivâ kelimesine, yaratıkların bir fiili olan oturmak mânası vermek imkansızdır.
Selefin / geçmiş âlimlerin ve sofiyyenin çoğu, kitap ve sünnette Allah’ın ismiyle beraber zikredilen “İstivâ, yüz, el, göz” gibi
kelimelerin hakikatini Allahü Teâlâ’ya bırakmışlar, mahlûkata sonradan
verilen sıfatlara benzetmeksizin ve te’vil etmeksizin, “Burada her ne murad ediliyorsa öylece inanırız” demişlerdir.
Onlardan sonra gelen âlimler ise,
insanlar yanlış mânâlara kaymasınlar diye te’vil yolunu seçmişlerdir.
Onun için, bu gibi lâfızların geçtiği âyetleri te’vil eden bu âlimler de
hata etmiş sayılmazlar. Çünkü onlar böyle yapmakla İslam inancını
korumaya çalışmakta ve şüpheleri cevaplandırmaktadırlar.
Bu iki gurup âlimlerin hepsi de doğru
hareket etmişlerdir. Çünkü birinci guruptan olanlar mes’ûliyetten
kurtulmak için, ikinci guruptan olanlar ise fitneye yol açılmaması için
gayret göstermişlerdir.
Tahâ sûresinin, bahsettiğimiz 5. âyetine şöyle mânâlar vermişlerdir:
“O Rahman’ın (hâkimiyeti) arşı kuşatmış/hükmü altına almıştır.”
“O Rahman (kudretiyle) arşı istîlâ etmiştir.”
“Rahman, arş üzerinde (sınırsız kudret ve iktidar makamında) hükümranlığını kurdu.
Bu kısa meâllerin kısa açıklaması şudur:
“O Rahman (olan Allahü Teâlâ bir mekâna yerleşmekten münezzeh olarak, kendi murat ettiği mânâ üzere zatına yakışır şekilde) Arş’a istifâ buyurmuştur. Rahman (ın emir ve hükmü) Arş’a (yönelip) istifâ etmiştir. Rahman, (en büyük cisim olan) Arş (dâhil bütün yaratıklar) ı (hükmü altına almış ve hepsini ilmen kuşatarak) istîlâ etmiştir. (Kur’an-ı Mecid ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi)
***
Kur’an âyetlerinin çoğu muhkemdir;
mânası kolay anlaşılır. Bâzıları da müteşâbih olup mânâsı açık değildir.
Bu ve benzeri bazı âyet-i kerîmeler, müteşâbih (mânâsı açık olmayan)
âyetlerden oldukları için, bu âyetleri yanlış mânâlara çeken ve
kendilerine ehl-i sünnet diyen bazı sapık kimseler, yukarıda da ifadeye
çalıştığımız gibi, Allah’ın –hâşâ- gökte olduğunu ve arşın üzerinde
oturduğunu iddia etmektedirler. Halbuki, Allahü Teâlâ yaratılanlara
benzemekten de zaman ve mekâna muhtaç olmaktan da münezzehtir.
Böyle ayrılık ve sapıklıkların olması
tabiîdir. Bir dinin samimi inananları olduğu gibi o din içinde
münafıkça hareket edenler de olacaktır. Öyleyse doğru yolda kalmak
isteyen fakat yeterli ilmi olmayan Müslümanlar nasıl hareket edecek ne
yapacaktır? Onların yapacağı büyük çoğunluğa uymaktır.
Çünkü Peygamberimiz, (s.a.v.)
Allah’ın bildirmesiyle ümmeti arasında böyle şeyler olacağını biliyordu.
Bu sebeple, çoğunluk neredeyse onlarla beraber olmamızı emretmiştir.
Onlar da Ehl-i sünnet inancına sahip olan dört mezheb ehli müctehidler,
âlimler, müfessirler, muhaddisler ve sofiyye tâifesidir.
Bir müctehid âlimlerimize bakalım, bir de Allah’a mekân isnat edenlere…
Müctehid âlimlerimiz içinde onlardan
daha âlim, mânevî anlayışı daha ince, amelde daha ileri binlerce kimse
var. Peygamber Efendimiz zamanından beri bu zatların hepsi hata etmiş,
bunların peşinden gidenler de hata üzerinde devam etmişler de sonradan
gelen bu nevzuhurlar mı hakikati bulmuşlar?.. Bu imkânsız…
Böyle bir iddiayı, muhâkeme kâbiliyetini kaybeden hayvanlaşmış kimselerle delilerden başkası kabul etmez.
Meşhur âlim Yusuf Nebhânî hazretleri, böyleleri hakkında Buhârî’de geçen şu hadis-i şerifi hatırlatıyor:
“Dinden çıkarlar, sonra ona dönüş de yapamazlar.”
Bu din, Resûlüllah’ın (s. a.v.) “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurduğu
hem ilme hem nura sahip olan gerçek âlimler vasıtasıyla bu güne kadar
gelmiştir. Bu mübârek zatlar söz ve yazılarıyla, va’z ve kitaplarıyla
asırlardır bu ümmete yol göstermişlerdir. Onların anlattıklarını bir
tarafa bırakıp yeni bazı inanışlara yönelmek, bir mânâda
Peygamberimiz’in tebliğ ettiği dinin bu zamana gelene kadar yanlış
anlaşıldığını kabul etmek olur ki, sapıklığın en âlâsı da budur.
O âlimler öyle değerli kimselerdir
ki, Allah (c.c.) kendi dinini maddî olarak onların vasıtasıyla ayakta
tutmuştur. Allah’ın, kalbine bir damlacık da olsa nur akıttığı kimseler
bilirler ki, Allah’ın emirlerine uyup onun tevhid inancını koruyup
insanlara aktaranlar, Allah indinde çok değerli kimselerdir. Bize düşen
de Allah’ın seçkin kullarını Allah’ın kabul buyurduğu gibi hayatlarında
da vefatlarında da.seçkin ve farklı kabul edip hürmet göstermektir.
Çünkü Hazreti Allah dininin hükümlerini tebliğ için onları vâsıta kıldı.
Biz Allah’ın kullarıyız. Onu da onu
seveni de severiz ve Allah’ı tâzim edeni büyük tanırız. Onun zatıyla
ilgili yanlış bilgi verenleri de düşman kabul eder buğzederiz. Onu
tahkir edeni tahkir ederiz.
Müslümanların inançlarını ve
birliğini bozan, kalplerine şüpheler sokan, tâbî olduğumuz müctehidlerin
mezheblerini küçümseyen, doğruluğu hakkında insanları tereddüde düşüren
sapık ve fasık kimselerle beraber olmak, ilim yolunda olan hiçbir
talebeye de ilim sahibi olmayan diğer müslümanlara da uygun değildir.
Böyleleriyle beraber bulunmak, şeytanla aşık atmaya benzer. Çünkü onlar
iblisin iğvalarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Onun için onlarla bir arada
bulunmak, şeytanla arkadaşlık etmek gibidir.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin (topluluğun) hevâ(ve heve)sine uymayın.” (Mâide, 77)
Yeterli ilmi olmayan, İslam inancını
gereği gibi sağlam öğrenememiş ve inancına ters bir şey söylendiğinde
gerekli cevabı veremeyecek durumda olan müslümanlar, bu makûle
kimselerle oturup kalkmamalıdırlar. Aksi takdirde, bahsettiğimiz âyette
yasaklanan sınıra girmiş olurlar.
Ancak bu yasak bütün Müslümanlara
şâmil değildir. İlmi yerinde, îtikadı sağlam ve sapık kimselere cevap
verecek vaziyette olanların onlarla oturup konuşmasında bir mahzur
olmaz. Çünkü, dinî meselelere hâkim olan bir kimse, tam techizatlı bir
asker gibidir. Karşısındakine verilmesi gereken cevabı lâyıkıyla
verebilir. Onun için, böyle kimselerin onları dinleyip ne söylediklerini
anlaması ve ona göre cevap vermesi tabii ki lâzımdır.
Meselelere hâkim olan, fikrinin ve
inancının kaymasından korkulmayan ilim erbabının, bid’adçıları reddetmek
için onlarla konuşması mübahtır. Henüz ilim yolunda olanlar daha
ilimlerini tamamlamadıkları için, onlarla beraber bulunmaları katiyen
câiz olamaz. Çünkü, -yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi- onlarla
oturup konuşmak şeytanla sohbet etmeye benzer ki, şeytanın ilim yolunda
olan talebeleri altetmesi kolaydır.
Biz böyle talebelere çok rastladık ve sapık kimselerin tuzaklarına düşüp mânen mahvolduklarına çok şahid olduk.
Hazreti Allah (c.c.) hem kendi sapkın
hem de başkalarını sapıtma yolunda olanların şerlerinden ümmet-i
Muhammed’i muhafaza buyursun. ÂMÎN…
Ali Eren
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.