Başlıkta geçen iki ismin birbiriyle
tamamen ilgisiz olduğunu düşünecek olanlar haklıdırlar. Ancak, yazımız
okunduğunda ve Bayındır’ın, adı geçen müteveffa senarist hakkında
kendisine sorulan bir soruya verdiği cevaba muttali olunduğunda, aynı ‘alâkasızlık’ durumunun o cevapta da cari olduğu görülecektir.
Efendim mesele şudur:
Bayındır’a, ölümünden sonra
yakılmayı vasiyet eden bu senaristin durumu hakkında bir soru soruluyor.
Süleymaniye Vakfı’nın internet sitesinde yer alan görüntülü cevabında [1] Bayındır, soruyla hiç ilgisi olmadığı halde, meseleyi mezheplerle irtibatlandırıyor ve mealen “Bu mezheplerin anlattığı dini duyan insanların, cesetlerinin yakılmasını istemelerine şaşmamak lazım” şeklinde özetlenebilecek, kanaatimce çok ‘absürt’ bir mukabelede bulunuyor.
İşin içine şahsî yorumumuzu katmış
olmamak için ilgili soru ve cevabı aynen alıntılıyorum. Dileyenler
dipnottaki adresten videoyu da izleyebilirler.
Soru: “Hocam
biliyorsunuz, dün ünlü bir senarist hayatını kaybetti. Kendisi,
öldüğünde cesedinin yakılmasını emretmişti. Böyle bir durumda müslüman
bir toplum nasıl davranmalıdır?”
Bayındır’ın cevabı:
“Servet Hoca diyor ki ‘Ben o kadını dinledim, inançlı bir kadın olduğu
kanaatine vardım’ diyor, ben dinlemedim ama şimdi o ölen kadını esas
alarak değil de, genel olarak konuşursak –o kişinin inancı nedir
bilmiyorum- ama bakın bir de şunu hiç unutmayalım; bugün insanlara öyle
bir inanç takdim ediliyor ki, kabul etmesi mümkün değil. Mümkün değil
kabul etmesi… Şimdi ben bazen talebelere diyorum, anlatıyorum yani bu
gelenekte olan bir takım şeyleri… Diyorum ki siz müslüman anne babadan
doğan, imam hatip ve ilahiyat fakültesinde okuyan bir kişi olmasaydınız,
kendinizi şartlandırmasaydınız, birisi size bunun din olduğunu
anlatsaydı kabul eder miydiniz? ‘Hayır’ diyorlar. Şimdi mesela bir örnek
vereyim: Diyelim ki İstanbul’da okuyan üniversiteyi bitiren bir
kızcağız, memleketine gidiyor, diploma aldım diye sevincini ailesi ile
paylaşmak istiyor. Bu kızcağız, Şafiî, Malikî veya Hanbelî
mezheplerinden birine mensupsa, memleketine gittiği zaman büyük bir
sürprizle karşılaşabilir. Babası der ki, ‘kızım gel, şimdi düğününü
yapacağız’… (Kız): ‘Hayırdır?’… ‘Seni birisiyle evlendirdik!’… (Kız): ‘O
da kim? Biz İstanbul’da bir arkadaşla evlenmek için karar aldık, onlar
da istemeye gelecekler’… ‘Yok kızım artık bitti, sen falancanın
karısısın, nikâhını da kıydık’… Bu üç mezhebe göre bu kızcağızın hiçbir
seçeneği yok. Tıpış tıpış onun evine gidecek. ‘Ben gidemem’ dese, ‘sen
deli misin, sen onun karısısın, başkasıyla evlenemezsin artık, bitti
senin işin, başka tarafa gittiğin zaman zina edersin, biz de seni
öldürürüz’ derler. (Kız): ‘Ben ayrılmak istiyorum’… ‘Senin ayrılmaya
yetkin yok’… Şimdi böyle bir dine kim inanır? Kim inanır? Bu din,
Kur’ân’a aykırı; bu din, Sünnet’e aykırı… Yüzde yüz aykırı… Kur’ân-ı
Kerim’e yüzde yüz aykırı… Onun için bu hükmü verenler hiçbir ayete
dayanmazlar. Hadislere yüzde yüz aykırı… Ona da dayanmazlar. Peki bu
kimin dini? Bu kimin dini? Buna kim inanır? Şimdi, insanlara din diye
öyle bir şey takdim ediliyor ki, o insan bakıyor, işte biraz önce
Kütahya’dan gelen bir delikanlı diyor ki, -şimdi aranızda- ‘Ben’ diyor,
‘dinden çıkacak noktaya gelmiştim. Bana takdim edilen dini bir türlü
kabul edemiyorum. Allah’tan youtube’da videoları gördüm ve elhamdülillah
kendi inancımı kurtardım.’ Şimdi bir yanlış din takdim ediliyor
insanlara… Ondan sonra da ona niye inanmadın deniliyor? Ya ona niye
inansın ki kardeşim? İnsanlar Allah’ın dinine inanmak zorunda, filanın,
falanın dinine değil… Dolayısıyla birçokları bunu kabul etmediği için
bazıları tarafından dinsiz sayılıyor.”
Bayındır, bundan sonra, yakılma vasiyeti bağlamında ne yapılması gerektiğine dair bir-iki şey söylüyor ve görüntü sona eriyor.
Meselenin teknik boyutuna dair
söyleyeceklerimizi ikinci yazıya bırakarak, evvela bakış açısı
bağlamında şahsî mülahazalarımızı serdedelim:
1. Bayındır’ın cevabının son kısmını
oluşturan bölüm son derece ağır ifadeler içeriyor. Hedef tahtasına
oturttuğu mezheplerin takdim ettiği din anlayışından söz ederken
kullandığı ibarelere ve üslûbuna tekrar bakalım:
“Şimdi böyle bir dine kim
inanır? Kim inanır? Bu din, Kur’ân’a aykırı; bu din, Sünnet’e aykırı…
Yüzde yüz aykırı… Kur’ân-ı Kerim’e yüzde yüz aykırı… Onun için bu hükmü
verenler hiçbir ayete dayanmazlar. Hadislere yüzde yüz aykırı… Ona da
dayanmazlar. Peki bu kimin dini? Bu kimin dini? Buna kim inanır?”
Bu ölçüde genellemeci ve insaf
sınırlarını aşmış ifadeler kullanan Bayındır, görüşünü temellendirmek
için hangi delile dayanıyor? Konuşmasının başında geçen ve zikrettiği üç
mezhebe ait, bir meseledeki fetvayı kendisine dayanak yapıyor. (Aslında
kendisi bile vakfın internet sitesinde yer alan, konuyla ilgili bir
yazısında, bu mezheplerin aynı meselede farklı görüşleri de olduğunu
aktarıyor; ki biz buna ileride değineceğiz) Velev ki, adı geçen
mezheplere mensup fakihler, istinbatlarında hata etmiş olsunlar… Buradan
hareketle, cüz’i bir meseledeki cüz’i bir fetvayı baz alarak bu ölçüde
umumi ve hesabı verilmesi zor sözler sarf etmek de neyin nesi oluyor?
Asırlardır müslümanların yolunu aydınlatan, vahyin muradına muvafık bir
hayat yaşamanın kaidelerini sistemleştirerek önümüze koyan, hayatlarını
bu ümmete adamış müçtehidlerden söz ederken üslûba hâkim olan bu
hoyratlık ve kadirnâşinaslığa ne demeli? Hem tevarüs ettiğimiz bu çok
önemli ve devasa birikime bu kabalıkta sırt çevirmemizi isteyenler,
oluşacak boşluğu ne ile kapatmamızı öneriyorlar? Yoksa, kendi heva ve
heveslerine yaslanan nevzuhur din telakkisi ile mi? Bugünün baskın
zihniyet kodlarının tesiri altında oradan oraya savrulan mantıklarını,
asırların içinde yoğrulup gelmiş o muazzam bütünün önüne geçirmemizi mi
bekliyorlar sahiden? Hakikat, Bayındır’ın anlattığı gibi ise ve
‘geleneği bize din diye yutturmaya çalışan mezhepler’ (!) ile karşı
karşıya isek, asırlardır bu ümmet hep yanlışın peşine takılmış, hep
aklın almayacağı olguları din diye benimsemiş demektir! Mezhepler derken
marjinal bir azınlıktan da söz etmediğimize göre, bu vüs’atte yanlış
anlaşılan bir dinin hakikati de tartışılır hale gelmez mi!? Bu ölçüde
‘yanlışta ittifak’ın başka bir izahı var mıdır?
2. Bayındır’ın ‘babanın, kızını onun
izni haricinde evlendirmesi’ bahsine yüklenmek için seçtiği anlatım
tekniğindeki ‘arabesk’ arka plan sizin de dikkatinizi çekti mi?
Üniversitede okuyan ‘kızcağız’…
Diplomayı alıp sevinçle memlekete dönüş… Tam bu sevinci aile ile
paylaşacakken, mensup olunan mezhepten yenilen beklenmedik bir gol…
Bu mu yani?
Ben de şimdi üçüncü sınıf bir
senaryo yazıp, ruhsatı Kur’ân ile sabit, ikinci hanımla evlenme
meselesini ajite etsem olur mu? (Bu meseleyi, nazarî olarak Bayındır’ın
kabulleneceği bir örnek olduğu için öne sürüyorum)
Mesela şöyle bir kurguya ne dersiniz:
Dört dörtlük bir yuva… Eşi ve
çocukları için saçını süpürge eden fedakâr bir kadın, bir anne… Evi
çekip çevirdiği gibi kendisini kocasına ve çocuklarına adamış bir engin
gönül… Bir gün onca uğraşla kocasının sevdiği yemekleri yapıp işten
dönmesini bekleyen bu kadıncağız, eğer müslümansa o akşam çok büyük bir
sürprizle karşılaşabilir. Kendisine göre bir takım gerekçeleri olan
kocası, ona “Hanım ben ikinci bir evlilik yapıyorum” der… “Bey nasıl
olur? Bunca yıllık fedakârlığımın karşılığı bu mu?” der kadıncağız… Eşi
“Yapacak bir şey yok! İş bitti!” diye cevap verir. Son bir gayret ve
çırpınışla “Ben buna müsaade etmiyorum” diyecek olur ama kocası lafı
ağzına tıkıverir: “Senden izin isteyen kim? Dinen, izin verip vermeme
gibi bir pozisyonun yok”.
Bu kurgunun arkasına Bayındır’ın
“Böyle bir dine kim inanır?” diye başlayan ve aynı minvalde devam eden
sözlerini rahatlıkla ekleyebiliriz.
Çünkü eğer bugün birileri çıkıp,
babanın, kızını, ona hiç sormadan evlendirebileceğini kabul eden bir
dine itiraz edecekse, birinci eşe hiç sormadan yapılabilecek ikinci
evliliğe onay veren bir dini de reddedecektir; şüpheniz olmasın.
Burada örnek verilen iki meseleden
birinin içtihadla, diğerinin ayetle sabit olduğu şeklinde bir itiraz da
serdedilemez. Çünkü biz hükmün kaynağından değil, insanların zihnî ön
kabulleri açısından kabule şayan bulunup bulunmamasından söz ediyoruz.
Şimdi Bayındır’a samimi olarak
soruyorum: Bir hükmün doğru veya dinin emri doğrultusunda oluşunun
kanıtı nedir? Bugünün onca batıl malûmatla kirlenmiş zihinlerinin
kabulüne açık olması bir ölçü müdür mesela? Biri çıkıp, “Algısı modern
kıymet hükümlerinin tesiri ile şekillenmiş çağdaşlarımızın aklının
almayacağı, vicdanen problemli bulacağı dinî hükümleri ayıklıyoruz”
dese, Bayındır buna “varım” diyebilecek midir? Hiç sanmıyorum…
O halde ilgili suale cevap verirken Bayındır’ın kullandığı usul asla muteber değildir ve bu gözlükle ahkâm tenkid edilemez…
3. Hep söylüyorum, bu ümmetin uzun
asırlar boyunca din algısına yön vermiş selef âlimlerini son derece can
sıkıcı genellemelerle töhmet altına itenler, farkında olarak veya
olmayarak “Bu din öncekiler tarafından umumen yanlış anlaşıldı; biz bu
hükmün istinasıyız” demiş oluyorlar. Böyle ‘gülünç’ bir iddiaya
gerçekten inanıp inanmadıklarını bilemem ama ilim-edep birlikteliğini
aşındırıyor olmanın bir faturası olacağını hatırlatmak isterim.
4. Bayındır, eleştirdiği
mezheplerin, eleştirdiği konudaki içtihadlarından söz ederken,
‘hükümlerinin Kur’ân’a aykırı olduğunu ve hiçbir ayete dayanmadıklarını’
söylüyor. İşbu ‘hiçbir ayete dayanmıyorlar’ iddiasının amili, en iyi
ihtimalle cehalet, daha kötü ve reel olan olasılığa göre de art
niyettir.
Devam edecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.