Said Nursî’nin Risâle’leri Üzerine
Umûmî Bir Değerlendirme
Risâle’lere umûmî olarak
bakıldığında, eskilerin ta’biriyle sugrası, kübrâsı ve neticesi olmayan,
şimdikilerin deyimiyle, başlangıç, gelişim ve sonucu olmayan, neyi, niçini,
niye götürmeyen, niçin yazıldığı, kâri’lere neleri nasıl öğreteceği belli
olmayan bir kısım tekrarlardan meydana getirilen, ciltlenmiş kağıt
tomarlarından ibâret olduğu görülür.
Risâle’lerdeki usandırıcı
tekrarlar atılmış olsa, 120, 130, 140 ve hattâ 150 civarında olduğu söylenen bu
risâle’ler tek bir kitap halinde toplansa, ancak Merhûm Ömer Nasûhî Bilmen
Hoca’mızın te’lifatı arasında bulunan, Büyük İslâm İlmihali kadar bile bir
hacme sahip olmaz.
Usandırıcı tekrarlar dolaysiyle,
bu risâle’lerden herhangi birisini sonuna dek okuyan, okuduğunu anlayan birisi
olduğunu sanmıyorum. Ancak, Said Nursî şakird’leri gibi, ne okuduğunun farkında
olmayan, okuduğunu anlamayan, bu risâle’leri sadece bir vird olarak okuyanlar
sonuna kadar okuyabilirler.
Arap Edebiyatında belagat ve fesâhat
incelenirken, “Haşiv” olarak değerlendirilen bıktırıcı bu tekrarlar;
ziyâdesiyle hadsizlik bir cür’etle maalesef, şöyle savunuluyor. “TENBİH: Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan çıkan bürhânî
bir tefsir olduğundan, Kur’ân’ın, nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan
tekraratı gibi (Hâşâ, Sümme Hâşâ) onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarûrî maslahatlı
tekraratı vardır. Hem Risâle-i Nûr, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan,
dâima tekrar edilen Kelime-i Tevhîd’in delilleri olmasından, zarûrî tekraratı
kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı..”
(Şualar, Temmuz 2009 İstanbul Baskısı, Sahife 70 Hâşiye)
Risâle’leri, hâşâ Kur’ân ile
mukâyese etmeye, Kur’ân-ı Kerim’deki gerçekten insan idrakinin fevkinde
nükteli, hikmetli tekrarlarla, mühasıran, acz’in, kabiliyetsizliğin bir sonucu
olarak, ortaya çıkan usandırıcı, bıktırıcı haşivleri mukayese etmeye kalkmak,
aslında cür’etkârlıktan da öte bir şeydir. Fakat, burada o sıfatları telaffuz
etmeye biz cür’et edemedik.
Uzmanı tarafından, tıpta
“disleksi” diye bilinen öğrenme bozukluğu ki, -zeki bile olsalar, öğrenme
bozukluğu olanlar, bilhassa, yazılı ifade konusunda hiç başarılı olamayanlar
için konulan bir teşhis – ile yazma özürlü birisi tarafından yazıldığı, te’lif
edildiği iddia olunan risâle’leri Allah’ın Kelâmı, Kur’ân-ı Kerim’le mukayese
etmeye kalkışmak, cür’etin, disleksi’nin de ötesinde cinnettir.
“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak
üzere ins-ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun
benzerini ortaya getiremezler.” (İsra
17/88)
Bütün risâle’lerde, imanın tahkîk
ve takviyesinden bahsedilirken, imanın takviyesi ve tahkiki için başkaca
herhangi bir ibâdet zikredilmez, yalnız birer vird gibi, anlamadan, anlatmadan,
anlaşılması için herhangi bir gayret gösterilmeden, yine bu risâle’lerin
okunmasını ısrarla şart koşar.
Oysa ki, Kur’ân-ı Kerim’de, 50’den
fazla âyet-i Kerime’de, “Âmenû” onlar ki, iman ettiler, buyrulduktan sonra
hemen akabinde (Vav-ı Atıfla) “Ve Amilu’s-Sâlihat” buyrulmak suretiyle iman’dan
hemen sonra, imanın takviyesi için bir şart olarak, güzel işlerin yapılması
şart koşulmuştur.
Diğer ba’zı âyetlerde ise “Onlar ki, iman ettiler. Onlar iman edip de
takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus 10/63), “İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için âhiret mükâfatı daha
hayırlıdır.” (Yusuf 12/57), “İman
edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.” (Neml 27/53), “İnananları kurtardık. Onlar (Allah’tan)
korkuyorlardı.” (Fussilet 41/18)
Diğer ba’zı âyetlerde de iman ve
takva ile birlikte ihsan da imanın takviye ve tahkik şartı olarak
zikredilmiştir.
“Çünkü Allah, (kötülüklerden) sakınanlar ve güzellikler
yapanlarla beraberdir.” (Nahl 16/128), “İman edip ve iyi işler yapanlara, hakkıyla
sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını ellerinden
geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından
dolayı günah yoktur. (önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde
sebattır.) Allah iyi ve güzel yapanları sever.” (Mâide 5/93)
İster kabul edilsin, ister
edilmesin, Said Nursî’nin risâle’lerinin en büyük zararı, “Risâle’lerin,
Kur’ân’ın lafzı ve hakîkî tefsiri olduğu ısrarla söylenerek, Risâle’lerin
Kur’ân’ın yerine ikâme edilmiş olmasıdır. Şakird’lerin bir mektupla “Üstadımız Efendimiz, bizim burada Nûr şakird’lerinden
birisi ‘Kur’ân öğreneceğim,’ diye risâle yazımını ihmal ediyor, ne buyursunuz?” suâline karşılık, Said Nursî cevap olarak, “Risâle-i Nur’ların, hem Kur’ân’ın lafzının yerine geçtiğini
hem de hakîkî bir tefsiri olduğunu ifade ederek, Kur’ân öğrenmek yerine risâle
yazımına devam etmesini ister...
“Hem sizler biliniz ki, ben
Risâle-i Nûr’un bir hizmetkârıyım ve o dükkan’ın bir dellâlıyım; O ise
(Risâle-i Nûr) Arş-ı â’zamla bağlı olan Kur’ân’ı Azîmü’ş-Şân ile bağlanmış bir
hakîkî tefsiridir.” (Kastamonu
Lâhikası/İstanbul Basımı/Temmuz 2005/3.Baskı)
“Risâle-i Nur’ur, Hakâik-i
İslâmiyye’ye dâir ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.
Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve
tahkîkî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâleti’n-Nur’dadır. Evet, on beş
sene yerine on beş haftada Risâleti’n-Nur o yolu kestirir, imân-ı Hakîkî’ye risal
eder.. (A.G.E. Sahife 52)
“Mu’cizatlı bir vird (Vird: Turuk-u Âliye’de, Kutbu’l-Aktâb’ın âyet-i
Kerime’ler ve Hadis-i Şerif’lerden istifade ederek tertip ettikleri Edi’yye ve
tezkirelere denilir. Meselâ, Turuk-u Âliye’den, Zikr-i Hafî yolunun büyüklerinden,
Silsele-i Zehep-Silsele-i Sâdât’ın 15. Halkasını teşkil eden Kutbu’l-Aktab,
Muhammed Bahâüddîn Nakşıbendi (K.S.) Hazretleri’nin tertip ettiği Tarikat-ı
Nakşibendiyye’de, izinle okunan “Evrad-ı Bahâiyye” gibi...)
“Okumak isteyen bunu okusun” yerine
mu’cizatlı ve her bir harfi on ve yüz ve beş yüz ve bin ve binler kadar ve
meyve veren bir vird okumak isteyen, bu semâvi virdi okusun.” (A.G.E. Sahife 67)
Nur şakird’leri 50 yılı aşkın bir
zamandan beridir, maalesef uzman hekim teşhisiyle marazî bir ruh halinin
mahsûlü, insicamsız, tutarsız, aslâ Ehl-i Sünnet akidesiyle bağdaşmayan bu
risâleleri, hiç anlamadan, anlatmadan, üzerinde herhangi bir fikir teâtisinde
bulunmadan, bir vird gibi, birisi okuyor, onlarcası dinliyor. Risâlelerde
usandırıcı bir şekilde tekrarlandığı için, “Bu risâle’leri okuyanların iman ile
ölecekleri ve mutlakâ cennete gireceklerine inanıyorlar.”
Bu bakımdan, Şakird’ler, yıllar
yılı, Kur’ân-ı Kerim’i okumadılar, okutmadılar. Şakird’lerin pek çoğu, bunlara
ağabeyler de dâhil, Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumayı bilmez. Bırakınız Kur’ân
okumayı, her Müslüman’ın mutlaka öğrenmesi, bilmesi üzerine farz olan,
“Zarûrât-ı Diniyye” dediğimiz, asgarî dini bilgilerden bile mahrumdurlar.
[CEVŞEN-İ KEBİR: Hz.Peygamber
Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve
“zırh’ı çıkar bunu oku” dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye’ye sarîhan ve zımnen
işaret eden gayet yüksek ve çok kıymettâr bir münacaat-ı Peygamberî’dir. Ki,
Zeynelâbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir.” (Cevşen-i
Kebir/İstanbul/Ocak 2003/Cihan Yayınları...)
“Peygamber’imizin (a.s.m) en
önemli du’alarının arasında Cevşen bulunur. Bu büyük du’a’nın Peygamber’imize
verilişini anlatan şu hâdise aynı zamanda onun önemini de ortaya koyar.
Peygamber’imiz, zırhını giymiş Uhud Dağı’na gidiyordu. Hava çok sıcaktı. Bir
ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı ve Allah’a du’a etti. Birden açılmış gök
kapılarından Cebrail (a.s)’i gördü. Hazret-i Cebrail nurlara bürünmüştü.
Resûlüllah’a, “Cenab-ı Hakk’tan sana, selâm, tahiyye ve ikram getirdim” dedi.
Peygamber’imiz selâmını aldıktan sonra, Cebrail (a.s.) getirdiği du’a’yı takdim
etti ve şöyle dedi:
“- Üzerinden zırhını çıkar ve bu
du’a’yı oku. Bu du’a’yı üzerinde taşır ve okursan zırh’dan daha büyük te’siri
vardır.”
Her an ve her fırsatta ümmetini
düşünen Peygamber’imiz, “Bu du’a’nın te’siri sadece bana mı mahsus yoksa
ümmetime de şâmil mi?” diye sordu. Cebrail aleyhisselâm şu müjdeyi verdi:
“- Yâ Resûlüllah! Bu du’a Cenab-ı
Allah’ın sana ve ümmetine bir hediyesidir. Bunun sevabını Allah’tan başka kimse
takdir edemez” dedi. (Cevşenü’l-Kebir/Nisan 2009/İstanbul Baskısı/Nesil/Takdim
Yazısı)... ]
Yukarıda parantez içerisinde
yazdıklarımızı okuyan, çok fazlâ alim olmasına da gerek yok, biraz İslâmî
Kültür’e sahip birisinin tüyleri diken diken olmuştur.
Hangi cihetten inceleyebiliriz,
hangi yanlışı düzeltebiliriz. Daha doğrusu, yazılanlardan hangileri, Kur’ân
ile, sünnet ile (hadis), İslâm ile, Ehl-i Sünnet akidesiyle bağdaşır?!...
Bütün bunların
cevaplandırılabilmesi gerekir. Cevaplandıracağız....
Mustafa Akkoca
04 Haziran 2012
oncevatan.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.