Sanal ve çizgi film müceddidi!...
İmâmü’l-Müfessirîn (tefsirci’lerin
önde geleni), İmam-u Fahruddîn-i Râzî Hazret’leri Cenab-ı Hakk’ın, Cenab-ı
Vâcibü’l-Vücûd’un ispatı hakkında tamı tamına binbir delil bulmuştu. İmam-ı
Şa’ârânî Hazret’leri, “Allah’ın varlığının sübûtü için binbir delil’e ne hâcet!
Kâinat’da tek bir zerre bile O’nun sübûtuna kâfî’dir” dedikten sonra, “Bu
adamın Cenab-ı Hakk’ın vücudu sübûtu hakkında ne kadar şüphesi varmış ki,
binbir delil ile ispata çalışmıştır.” diyor..
Risâle-i Nûr şakird’lerinin
üstaz’ları hakkında o kadar şüpheleri vardır ki, habire şahid’ler, habire
deliller bulmaya çalışıyorlar.
Mürşid-i kâmil ve müceddid:
Cenab-ı Hakk, şirk’le, zulmet’le dolu, kapkara zamanlarda beher bin sene’nin başında birer Ülü’l-Azm Peygamber göndermiştir.
“O halde (Resûlüm) Peygamber’lerden azim sahibi olanların
sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar
va’adedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati
kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğ’dir. Yoldan çıkmış topluluklardan
başkası helâk edilir mi?” (Ahkâf 46/35)
Bu âyet-i Kerime’de Cenab-ı Hakk,
Kur’ân-ı Kerim’de zikri geçen Peygamber’lerden ba’zılarına Ülü’l-Azm unvanını
vermiştir. Bu unvan ile zikrettiği Peygamber’ler gibi, Hazret-i Peygamber’imiz
Muhammed-Mustafa’ya “Ülü’l-Azm Peygamber
gibi sen de sabret,” buyurmuştur.
Bu Ülü’l-Azm Peygamber’lerin
kimler olduğunu da (Ahzâb Sûresi’nin 33/7) âyet-i Kerimesi’nde beyan
buyurmuştur.
“Hani biz Peygamber’lerden söz almıştık; Senden, Nuh’tan,
İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da (Evet) biz onlardan pek sağlam
bir söz aldık.” Kısas-ı Enbiyâ ile
yakından alakadar olanlar, Haz.Nuh’tan i’tibâren, Haz.Peygamber’imiz
Muhammed-Mustafa’ya kadar her bir, bin yıl başında bu Ülü’l-Azm
Peygamber’lerden birisi gönderilmiştir.
Sevgili Peygamber’imiz,
Hâtemü’l-Enbiya-i ve’l-Mürselîn (bütün nebi’lerin ve Resûllerin sonuncusu
olduğuna göre bundan sonra tekrar şirk ve zulmetle dolacak bu dünyada insanları
kim hidayete da’vet edecek ve onları irşad edecekti?
Nasıl ki, eski kavimlere ve
ümmet’lere zulmete gark olduklarında kendilerine Ülü’l-Azm Peygamber’ler
gönderilmişse, ümmetlerin en hayırlısı olan Hâtemü’l-Enbiya-i Ve’l-Mürselî’nin
ümmetini kim ihdâ ve irşâd edecektir?
Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i
Mâceh ve Sahihinde Hâkim’in rivâyet ettiğine göre “Ümmet-i Muhammed’in âlimleri, Peygamber’lerin vârisleridir.” Başka
bir Hadis-i Şerif’te, “Şu ümmetin
âlim’leri İsrailoğullarının Peygamber’leri gibidir.”
Ümmet-i Muhammed’in âlim’leri
arasından her yüz senede bir, birisini Cenab-ı Hakk müceddid olarak ta’yin eder
ki, o asır’da ufku kararan, zulmet’le ve küfürle dolan bu âlemde insanları
irşad etsin, şerî’atı ihyâ etsin, sünneti ihyâ, bid’at ve hurâfeleri ortadan
kaldırsın, diye...
Nasıl ki, Peygamber’ler
gönderildikleri kavimleri ve ümmetleri hidayete da’vet eder, ellerinden
geldiğince onların hakk yola gelmeleri hususunda büyük çaba harcıyorlarsa, o
Peygamber’lerin vâris’leri olan ümmet-i Muhammed’in bütün uleması da içerisinde
bulundukları bu ümmeti irşad ve ihdâ için ellerinden geleni yaparlar, fakat
bunların hepsinin Mürşid-i Kâmil ve Müceddid olduğu kabul edilemez.
Nasıl ki, Peygamber’ler bütün
insanların arasından Âlem-i Ezel’de seçilmiş iseler, “(Allah) Ey Mûsâ! dedi, risâletimle (sana verdiğim görevlerle) ve
sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden
ol.” (A’raf 7/144)
“Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik.
Onlardan (insanlar’dan kimisi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de
Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için çalışır. İşte büyük fazilet budur.” (Fâtır 35/32)
“İbrahim’in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz
çevirir? Andolsun ki, biz onu dünya’da (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de
iyilerdendir.” (Bakara 2/130)
Her asır’da bir gelen Mürşid-i
Kâmiller ve Müceddid’ler de, tâ ezelden Tensib-i İlâhî ile seçilirler tensip
edilirler. Bunların arasından müceddid’ler müceddidi, mürşid’ler mürşidi, bin
yılda bir gelen medâr mürşid ve müceddid’ler de vardır.
Nasıl ki, her bin yılın başında
Cenab-ı Hakk Ülü’l-Azm bir Peygamber göndermiş ise, Peygamberimiz’den sonra da
Hicrî-Kameri takvime göre, yâni, Sevgili Peygamber’imizin Mekke’den Medine’ye
hicretiyle başlatılan İslâmî takvim de denilen, Kamerî ve Hicrî takvime göre
İmam-ı Rabbânî, Ahmed-ü Fâruk el-Sirhindî, Hazret-i Peygamber’den i’tibâren
teselsül eden Sıddık-ı Ekber’den başlayan Silsile-i Zeheb’in, yâni Altın Halka’nın
23. Halkası, bunların arasında Kutbu’l-Aktap (yıldızlar yıldızı) unvanını
alanlardan, Ebû Bekr es-Sıddîk, Abdül Hâlık Gucduvanî, Muhammed Bahâüddîn
Nakşibend (K.S.)’den sonra dördüncü Kutbu’l-Aktap ve Medâr Mürşid ve
Hicrî-Kameri ikinci binin müceddidir. Onun içindir ki, tam unvanı, İmam-ı
Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk el-Sirhindî’dir.
Peygamber’ler “İsmet” sıfatları
dolaysiyle günahlardan masûn’durlar. Lihikmetin Peygamber’lerden ba’zılarının
elinde “Zelle” denilen ufak-tefek kusurların, ayak kaymalarının vuku’u bir
gerçek ise de, Allah isyan ile (günah) Peygamber’ler arasına mania’lar
konulmuştur. Zirâ diğer insanlar gibi Peygamber’lerin elinde de kimi
ma’siyetlerin zuhuru, onlara karşı kavimlerin ve ümmetlerinin i’timadını
sarsardı.
Peygamberimizden sonraki dönem
için beher asr’ın başında ta’yin ve tespit olunan mürşid-i kâmiller,
müceddid’ler aslâ masûn değillerdir. Peygamber’in ve onun ashabı’nın yolundan
aslâ ayrılmayan Ehl-i Sünnet’in temel inançlarından birisi “İmam’ın masûn olmamasıdır.”
Burada kastedilen imam hem Müslüman cemaate namaz kıldıran, hem de devlete
önderlik eden imam’dır. Ehl-i Sünnet’in bu temel inancı Şî’a, Ca’feriyye ve
Ehl-i Sünnet’den ayrılmış bulunan diğer Fırak-ı Dâlle’nin, “İmam Mâsumdur,
Gaybûbet-i Kübrâ’da, kaybolmuş, İmam-ı Muhammed-i Mâ’suma niyâbeten hükmettiği
için bizim imamız mâ’sumdur, günahlardan masûn’dur,” demelerine kesin bir
reddiyedir.
Ancak, mürşid-i kâmil, müceddid ve
medâr mürşid’ler, her ne kadar mâ’sum ve ma’sun değilseler de ezel’den Takdir-i
İlâhî ve Tensib-i İlâhî ile seçilmiş bulundukları için, Cenab-ı Hakk
kendilerini irşad edecekleri Ümmet-i Muhammed’in i’timadını sarsacak vahîm
hata’lardan korur. Bırakınız, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ile müceddid’leri,
zânirî ilimleri ile Ümmet-i Muhammedi ihda ve irşad eden âlimler bile,
“Başkalarına verir telkini, kendisi yutar salkımı” gibi bir duruma düşmemek
için çok dikkatli davranmak zorundadırlar.
Hele hele, mürşid-i Kâmil ve
mükemmiller, müceddid ve medâr mürşird’ler, ilk gençlik yıllarından i’tibâren
bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in ma’nevî terbiyesine girer. Mürşid-i Kâmil ve
Mükemmil’in gözetimi ve denetimi altında tasfiye ve tezkiyesini tamamlar.
Tasfiye, ruh-i melekisini yükselterek, beşerî ve manevî hastalıklar ki, kin,
buğuz, hased ve cimrilik gibi hastalıklardan kurtulur. Mürşid-i Kâmil ve
Mükemmil’in himmetiyle Nefs-i Emmâre terbiyesini tamamlar, sırasıyla, Nefs-i
Levvâme, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Râziye ve Marziyye ile Nefs-i
Nâtıka mertebelerini kat’ederek nefsin tezkiyesini tamamlar.
Bütün bunlardan sonra, Şeyh’inin
izniyle ve onun denetimi ve nezâreti altında çilesini çeker. Çile zaman ve
mekâna göre değişse de Şeyh’inin uygun bulacağı bir müddet zarfında, ancak bir
kişinin dizüstü oturabileceği kadar dar ve alçak bir mekân’da, en az kırk gün,
24 saat zarfında sadece üç tane zeytin veyâ küçük üç tane hurma yiyebilir ve
istediği kadar sade su içebilir. Tasfiyesini, tezkiyesini ve bütün bunların
taçlandırılması olan çilesini tamamladıktan sonra fiîlen irşad ve ihdâ
vazifesine başlayabilir.
Tasfiye, tezkiye ve çilesini
tamamlayarak feyizyâp olanlardan ba’zıları öyle makamlara yükselirler ki,
kendilerinin mürşid’leri kendisinde olanların tamamını verdikten sonra
müridinde istidat ve himmete karşı çok fazla iştah görürse kendisi aradan
çekilir, bu istidatlı müridini en son Kutbu’l-Aktap ve Medâr Mürşid olan zât’a
nisbet-i ma’neviyye ile nisbet eder.
Dememiz odur ki, hiç kimse “ben müceddidim, ben mürşid-i kâmilim,” demekle müceddid ve mürşid-i Kâmil olamadığı gibi, “Devir tarikat devri değildir. Devir tasavvuf devri
değildir. Ben herhangi bir tarikatın mensubu değilim” diyen birisi, üstelik mürşidi ve müridi de bulunmayan bir
kimseye şarkid’leri mürşid veya müceddid, diyorsa bunun ciddiye alınır bir
tarafı yoktur.
(Devam edecek...)
Mustafa Akkoca
09 Ocak 2012
oncevatan.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.