İmam-ı Rabbani k.s. mektubatında bir
soruya cevabında şunları yazıyor:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun
seçdiği kullara selâm olsun! Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt
hastalığında, kâğıd istedi. (Bana
kâğıd getiriniz! Benden sonra, yolu şaşırmamanız için, size kitâb yazacağım) buyurdu.
Ömer “radıyallahü anh” birkaç Sahâbî ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı
yetişir! Soralım, sayıklıyor mu?) dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” her sözü vahy ile idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü
âyetinde meâlen, (O, boşuna
konuşmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu. Vahy red
olunursa, küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın gönderdiğine
uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu. Bundan başka, Peygamberin “sallallahü
aleyhi ve sellem” sayıklıyacağını, fâidesiz söyliyebileceğini sanmak, Ona
güvenmeği ve dînine i’timâd etmeği sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu
mühim şübheyi nasıl hal etmeli?,
Cevap: Allahü
teâlâ, anlayışını artdırsın. Doğru yolda yürümeni nasîb eylesin! Böyle
şübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve başka Sahâbîleri lekelemek istiyenler,
insâf etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin şerefini, kıymetini
anlasalar ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde bulunmakla,
nefslerinin isteklerinden, temâmen kurtulduklarını ve kin, düşmanlık gibi
huylardan temizlendiklerini ve hepsinin din büyüğü, islâmın göz bebekleri
olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine yardım
etmek için, bütün gücleri ile çalışdıklarını ve islâmiyyeti yükseltmek için,
bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha “aleyhisselâm” olan aşırı
sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını, zevcelerini,
vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, ağaçlarını, nehrlerini terk ve
fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından
çok sevdiklerini, vahyi, meleği görmekle şereflendiklerini, mu’cize ve
hârikalar gördüklerini, görmeden inanılan şeyleri, görerek anladıklarını,
başkalarının bilgilerinin bunlara görgü olduğunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü
teâlâ tarafından medh ve senâ edildiklerini bilseler, bu şübhelerin uydurma
sözler olduğunu anlar, kulak bile vermezler. Bu sözlerin yanlış yerlerini
anlamağa, çürük noktalarını ayırmağa lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde,
Eshâb-ı kirâmın hepsi ortakdır. En üstünleri olan (Hulefâ-i râşidîn) ya’nî
dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir? Ömer “radıyallahü anh” öyle
bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne, Enfâl sûresinin altmışdördüncü
âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim“aleyhisselâm”!
Sana Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir!)buyurdu. Bu
âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân olduğu için indiğini,
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için
söylenen böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen
hakîkatlere uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile red
edilmekdedir. Bununla beraber, bu süâle cevâb vermiş olmak için ve o şübheli
sözün çürük noktalarını belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç
önsöz yazmağı uygun gördüm. Dikkatli okuyunuz! Bu şübheyi temâmen gidermek
için, birkaç önsöze lüzûm vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb
gibidir:
Birinci önsöz —
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi
ve sellem” her sözü, vahy ile değil idi. Vennecmi sûresindeki, (O, boş söz söylemez!) meâlindeki
âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı
sözlerine, Allahü teâlâ, yanlış demezdi ve afv etdiğini bildirmezdi. Tevbe
sûresi, kırküçüncü âyetinde meâlen,(Onlara
izn verdiğin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.
İkinci önsöz —
İctihâdla olan sözlerde ve aklın
verdiği karârlarda, o Servere “aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” i’tirâz
etmek, başka türlü söylemek câiz idi. Haşr sûresinin ikinci âyetinde
meâlen, (Ey akl sâhibleri,
başkalarından ibret alınız!) buyuruyor. Âl-i İmrân sûresinin
yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, (İşlerinde
Eshâbın ile meşveret et, onlara danış!) emr edilmekdedir. İbret
almakda ve meşveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl olunur. Nitekim, Bedr
muhârebesinde alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para karşılığı koyuverilmesi
için sözler ikiye ayrılmışdı: Ömer “radıyallahü anh” öldürülmelerini istemişdi.
Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bırakalım demişdi. Vahy, Ömerin
“radıyallahü anh” istediği gibi geldi. Para alınması, suçdur buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eğer, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan başka, birimiz
kurtulamazdık) buyurdu. Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ anh” esîrlerin
öldürülmesini istemişdi.
Üçüncü önsöz —
Peygamberlerin “salevâtullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması ve unutması câizdir. Hattâ olmuşdur. Zülyedeyn
hadîsinde bildirildiği gibi, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” dört
rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde selâm verdi. Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah!
Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün
doğru olduğu anlaşılınca, Resûl “sallallahü aleyhi ve sellem”, kalkarak, iki
rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta değil iken ve sıkıntısı yok
iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm hastalığında, şiddetli
ağrıları varken, istemiyerek, düşünmeden söylemesi de elbet, câiz olur. Niçin
câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven kalmasın? Çünki, Allahü
teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıldığını, unutduğunu,
vahy ile, kendisine bildirmişdi ve doğrusunu, yanlışından ayırmışdı. Bir
Peygamberin yanlış yolda kalması câiz değildir. Yanıldığı, vahy ile hemen
bildirilir. Böyle olmasaydı, islâmiyyete güven kalmazdı. Demek oluyor ki,
islâmiyyete güven kalmamasına sebeb, yanılmak ve unutmak değildir. Yanılmasının
ve unutmasının, kendisine bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz
değildir. Ya’nî hemen bildirilir.
Dördüncü önsöz —
Hazret-i Ömer, hattâ öteki üç
halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”, Cennet ile müjdelenmişdir. Kur’ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler, bunların Cennete gideceklerini bildiriyor. Bunların
Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmişdir ki, tevâtür derecesine gelmişdir.
Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır. Hadîs imâmlarımız, bu
haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak, kitâblarına yazmışdır.
Yetmişiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya toplansa, Ehl-i
sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz. Kitâblarında bulunmaması,
yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere ne diyecekler? Meselâ,
Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Önce
îmâna gelenlerden, her fazîletde öne geçenlerden, hem Mekkeden gelen
Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karşılayıp yardım eden Ensârdan, önde
olanlardan ve iyilikde bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini
sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, Onlara Cenneti
hâzırladı. Cennetde sonsuz kalacaklardır) ve Hadîd sûresinin, onuncu
âyetinde meâlen, (Mekke şehri
alınmadan önce, din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah yolunda
harc edenler ile, Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar, müsâvî, eşit
değildir. Birinciler elbette dahâ yüksekdir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı,
ya’nî Cenneti söz verdi) buyuruldu. Mekke-i mükerreme şehri alınmadan
ve alındıkdan sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile
müjdelenmiş olunca, mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir
olmakda hepsinden önde olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların
büyüklüklerinin derecesini kim anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî değildir) kelimesinin,
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” için geldiğini tefsîr kitâbları
yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde, cihâd etmekde, öncelerin öncesi odur.
Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,(Ağaç
altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu.
Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,(Me’âlimüttenzîl) ismindeki
tefsîr kitâbında, ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh”
dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu.
Bu sözleşmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir. Çünki, Allahü teâlâ,
bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kişi idi. Yedinci senedeki Hayber
gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) yapıldı ve sekizinci
senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde Cennet ile
müjdelenen kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en çirkin şeydir.
Beşinci önsöz —
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”
kâğıd getirmeğe mâni’ olması, emre uymamak değildi.
Böyle şeyden, Allaha sığınırız!
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vezîrleri, yardımcıları, en iyi
ahlâk sâhibi idi. Bunlardan biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir
kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla şereflenen en aşağı derecedeki
Sahâbînin bile, hattâ îmân ile şereflenip, Ona ümmet olan herhangi bir
kimsenin, Onun emrine uymaması düşünülemez. Muhâcirlerin ve Ensârın “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan ve en kıymet verdiği yardımcıları
bulunan büyükler için böyle şey düşünülebilir mi? Allahü teâlâ, insâf versin
de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan, dinlemeden,
ağızlarına gelenleri söylemesinler.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”
maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz) demişti.
Ya’nî kâğıdı elbette istiyorsa,
getiriniz demek istedi. Eğer, istemiyorsa, bu nâzik zamânda, kendisini
üzmeyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr olarak isteseydi, kâğıdı tekrâr ve
ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan şeyi yazardı. Peygamberin
“aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâğıdı istemesi vahy ile, emr ile
olmayıp, ictihâd ve arzû ile birşey yazacak ise, bu nâzik zamân, buna elverişli
olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti ictihâd edecektir. Dînin temeli olan
Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile, emirler çıkaracaktır. Kendisi hayâtda iken ve
vahy gelmekte iken, ümmeti ictihâd etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince, ilm
sâhiblerinin ictihâd etmeleri elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kâğıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi.
Böylece, vahy olmadığı anlaşıldı. Sayıklama olup olmadığını anlamak için,
duraklamak, hiç yanlış bir iş değildir. Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin
halîfe olduğunu merâk edip, anlamak istedi. Bekara sûresi, otuzuncu
âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde,
fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni tesbîh
ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz dedi) meâl-i
şerîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”, kendisine,
Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir oğul verileceği müjdelendiği zemân,
Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i şerîfi gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi.
Meryem “radıyallahü anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin meâl-i şerîfi
gibi, (Benim hiç çocuğum olur mu?
Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim) dedi. Peygamber,
melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca, hazret-i Ömerin “radıyallahü
anh”, kâğıd getirmesini sorması, neden kusûr olsun? Neden kendini şübheli
duruma düşürsün?
Altıncı önsöz —
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi
ve sellem” Eshâb-ı kirâmına iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi,
Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” asrının olduğunu ve Peygamberlerden
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en
yükseğinin, Eshâb-ı kirâm olduğunu bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en
iyisinde, Peygamberlerden başka, bütün insanların en iyisi olan Eshâb-ı
kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, yanlış,
bozuk bir şeyde sözbirliği yapmıyacakları ve fâsıkları, kâfirleri,
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri
anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün
olmaz ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm
bildirmekdedir. Bu ümmetin en üstünü ise, onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin
derecesine yükselemez. O hâlde, biraz insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i
Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu
ümmetin en müttekîsi olduğu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu,
yerine halîfe seçer mi idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe
yapar mı idi? Hâlbuki, Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde
medh etmekdedir. Hepsinden râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz
vermekdedir. Bunlar, onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse,
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa,
böyle çirkin zan ve şübhelerden kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek
lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın sohbetine ve o sohbetde bulunanlara, iyi
gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin, kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o
Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu sâhibin sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya]
gider. Bu hâlin çirkinliğini iyi düşünmek lâzımdır.
Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen
kimse, Allahü teâlânın Peygamberine inanmamış olur denildi. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever.
Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde,
Eshâb-ı kirâmı sevmek, Onu sevmek demekdir.
Bu altı önsöz anlaşılınca, bu gibi
şübhelere meydân kalmaz. Hattâ çeşidli cevâblar te’mîn edilmiş olur. Bu
önsözler, düşünmeğe bile lüzûm kalmadan insanı şübheden kurtarır. Zâten böyle
şübhelerin bozuk olduğu âşikârdır. Bu önsözler, bu şübhelerin bozukluğunu
anlatmak için değil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak içindir. Bu fakîre
göre, böyle şübheler şuna benzer ki, bir zekî kimse, ahmakların yanına gelip,
önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli yalanlarla isbât etse, o
zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk taraflarını meydâna
çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş sanırlar. Gördüklerini
unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördüğüne inanıp, buna uymıyan
sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın
hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü, yüksekliğini, Kur’ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi meydâna çıkarmış, herkese göstermişdir.
Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemeğe çalışmak, göz önündeki
altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden
sonra, kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti bol ancak
sensin!
Din büyüklerine, islâmın göz
bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları kötülüyorlar? Fâsık ve kâfir
olduğu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini bile kötülemek, ibâdet ve
fazîlet değildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir sebeb değildir. O hâlde,
dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç fâidesi olur
mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, islâmiyyetde bildirilmemişdir.
Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.
(Bu mektûb, hâce Ebül-Hasen
Behâdır Bedahşîye yazılmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.