Bişnev tu zî ney çehâ çehâ migûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriya migûyed
Rûh zerd ü derûn tehî vü ser
dâdebedâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed
Dinle şu neyi. Bak neler neler
söylüyor
O, yüceler yücesinin sırlarını
anlatıyor.
Yüzü sarı, içi boş, başını havaya
vermiş de
Dilsiz dudaksız, Hüdâ Hüdâ diyor.
Bir kamış parçasından
"Hüdâ" sesini duyabilmek. Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü tarif
ederken, Bakır bir tas, bunun üzerine kuru bir deri gerilmiş, kuru iki değnekle
vuruluyor. Öyleyse bu Allah sada'sı nerden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve
değnekten Allah sada'sını duyabilmek. İşte kendi varlığından geçip Hakk ile
Hakk olan bu nimete eren kullar için Hakk sada'sı, her zerreden dudaksız ve
kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sadece insanlar için de değildir.
Fehm kerde ân nidâ bi gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng
O nidâ'yı kulaksız ve dudaksız
olarak ağaç da anlar, taş da.
Her zerreden gelen Allah sadâ'sını
ağaçlar, taşlar nasıl anlar? diye soracak olanlara yine Hz. Mevlânâ cevap
veriyor:
Zançi goftem men zî fehm-i seng û
çûb
Der beyâneş kıssa-i hoş dâr-ı hûb
veya
Zançi goftem âgehî-i çûb u seng
Der beyâneş kıssa bişnev bî dereng
Taşın ve çubuğun yani kuru
dallarında anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya, bunun izahı için anlatacağım
kıssayı can kulağı ile dinle ve ezberle. Dedikten sonra şu kıssayı
anlatmaya başlıyor Mesnevî-i Şerif.
Üstün-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mized hemçu erbâb-ı ukûl
İnleyen sütun -direk- Resulün
ayrılığı ile akıl sahipleri gibi -yani insanlar gibi- ağladı, inledi.
Der meyân-ı meclis-i vâ'z ân çûn
ân
Keyvez âgehgeşt hem pir u cevân
Vaaz meclisinin ortasında öyle bir
inledi ki o iniltiyi orada bulunanların, ihtiyarından gencine, hepsi duydu.
Goft Peyâmber çi hâhî ey sütün
Goft, cânem ez fîrâkat geşt hûn
Peygamber (S.A.V.) sordular: Ey
direk niçin inliyorsun? Ne istiyorsun?
Direk dedi ki: Senin ayrılığından
dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.
Mesnedet men budem ez men tahtî
Ber ser-i minberu mesned sahtî
Direk diyordu ki: Ben senin
dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve
ona dayanıyorsun. Yani işte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.
Aziz dostlar, Hz. Mevlânâ burada
bir tarihî olayı aktarıyor. İzninizle o olayı hatırlatayım. Resulullah
Aleyhisselâtu Vesselam, Medine'ye hicret buyurduktan sonra Hâlid bin Zeyd Ebâ
Eyyûb el-Ensârî yani Eyüb Sultan Hazretlerinin (R.A.) evinde misafir olarak
ikamete başladılar. Hicretin yedinci ayında Eyüb Sultan Hazretlerinin evinin
batı istikametinde boş bir arazi vardı, bu boş arsa Sehl ve Sehîl isminde iki
yetim kardeşe aitti. Efendimiz (S.A.V.) orada bir mescid ve kendisi için de bir
hücre - odacık yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak
istediler ise de Efendimiz (S.A.V.) yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak
için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebubekir
(R.A.)idi. Arz ettiğim gibi Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata
başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi ve
üzeri hurma dalları ile kapatıldı. Bu ilk Mescidde mihrab ve minber yoktu.
Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Bu direklerin, daha sonra o
direkler isimlendirilmiştir, bir tanesine tövbe direği veya Ebû Lubâbe direği,
bir tanesine de Şerir Direği denir idi.
Resulullah (S.A.V.) en çok tövbe
direğine yakın bir mahalde namazı kılar ve kıldırırlardı. Daha sonraki
inşaatlarda o yer tesbit edilmiş olduğundan ilk mihrab sonra oraya yapıldı.
Yani Halife Velid bin Abdülmelik zamanında, daha sonra halife olacak olan Ömer
ibn-i Abdülaziz'in valiliği sırasında o yer mihrap olarak tespit edildi ve
mescidin genişleme inşaatı yapıldı. İşte ilk mihrap o zaman yapılmıştı. Gerçi Hz.
Osman (R.A.)'ın hilâfeti zamanında da bir mihrap yapıldığı rivayeti var ise de
çok kuvvetli bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resul-ü Ekrem
Efendimizin (S.A.V.) emirleriyle yaptırılmıştır, işte Mesnevî-i Şerifte
anlatılan olay, bu minber ile ilgili.
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.),
Mescid-i Şerifte Cuma Hutbesi gibi, vaaz gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa
kalkar, mübarek yüzünü ashabına döner ve öyle konuşurdu. Bu mescidin tavanını
tutmaya yarayan direklerin dibinde konuşulmaya müsait bir yer yoktu. Onun için
Efendimiz (S.A.V.), hiçbir yere dayanmadan, kıble duvarına yakın bir yerde
bütün cemaati görebileceği ve cemaatin de onu görebileceği bir yerde durur ve
konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan o tarzda yapardı. Resulullah
Aleyhisselâm, peygamberâne nezaketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye
arkasını dönmediğinden, bu konuşmaları yapma sırasında duvara da
dayanamadığından -yer müsait değildi çünkü- ayakta durarak konuşması zat-ı
seniyyelerini üzeceği endişesi ile ashabtan bazı zevat, kendilerine bir
dinlenme yeri temin etmek için Şerir Sütunu diye anılan sütunun yakınına bir
hurma direği, daha doğrusu bir hurma kütüğü koydular ve Efendimiz (S.A.V.)
konuşurken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da biraz daha az yorulsun diye
düşündüler ve bunu kabul etmesi için kendilerine niyaz ettiler. Yüksek ahlâkı
gereği hiçbir rica ve talebi geri çevirmeyen Resul-ü Kibriya, okuyacağı hutbe
ve vaazları bundan sonra bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl
beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış
olması, cemaatin kalabalıklaşmış olması sebebiyle cemaatin arka tarafında
kalanlar Efendimizin (S.A.V.) o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar
ricacı olarak dediler ki: Ya Resulullah, size bir minber yaptıralım müsaade
buyurursanız, bir kürsü yaptıralım oraya çıkın da, arkada kalanlar da
cemalinizi görsünler. Efendimiz, tabi bu ricayı da kabul buyurdu. Saîdeoğulları
kabilesinden Said bin As'ın kölesi Bakum, çok iyi bir marangozdu. Bu marangoz
üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan bir kürsü yaptı. Bu
ahşap kürsüden Efendimiz (S.A.V.) vaaz etmeye ve hutbelerini okumaya başladı.
İşte, Efendimiz (S.A.V.) ilk defa bu kürsüye çıktığında, yani hurma kütüğünden
ayrıldığında, biraz evvel Mesnevi lisanından arzetmeye çalıştığım hâdise
meydana geldi. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği bir şekilde yüksek sesle
ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resul-ü
Ekrem (S.A.V.) hemen minberden indi ve o ayrılık acısı ile inleyen hurma
kütüğüne sarıldı, onu kucakladı, teselli etti. Ashab-ı Kiram'ın ileri
gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırlarken
"Efendimiz hurma direğini kucakladığında direk, tıpkı ağlayıp ağlayıp da
anasının kucağına çıktığı zaman susan, ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi
hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu." buyuruyor. Bu hâdise Enes
bin Mâlik, Abdullah ibn-i Abbas, Ebu Saidi-l Hudri, Abdullah ibn-i Ömer gibi
ashabın büyükleri tarafından da hep anlatılmıştır. Tabiînin ulularından ve
tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri (K.S.)de bu hâdiseyi sık sık
anar ve Yazıklar olsun bize ki Resulullah ( S.A. V) muhabbetinde bir kütük
kadar olamadık, diye ağlardı. O, Hasan-ı Basrî böyle söylerse biz ne
söyleyelim?
İsterseniz biz hâdiseye dönelim.
Efendim, o ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi.
Nihayet Hicretin 578. yılında tamir kabul etmez derecede çürüdü ve yıkıldı.
Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra
Mescid-i Saadet'e çeşitli minberler yapıldı. Fakat bugünkü mermer oymalı güzel,
zarif minber Sultan III. Murad Hanın, Mescid-i Nebevi'ye hediyesidir; projesi,
çizimi de Mimar Koca Sinan'a aittir. Peki, o hurma kütüğü ne oldu? Biz tekrar
Mesnevî-i Şerife kulak verelim.
Goft hâhî ki turâ nahl-i konend
Meşrik u garbi zî tû mîbe çinend
Yâ daran âlem hâkat servi koned
Tâ Ter u tâze bîmânî tâ ebed
Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam
direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra sordu: Sen bu kurumuş
hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönmek ve yemişinden doğudakilerin
de batıdakilerin de yemelerini mi istersin, yoksa öteki âlemde bir cennet
selvisi olarak sonsuza kadar hep terü taze kalmak mı istersin?
Goft ân hâhem ki dâim şod bekâş
Bişnev ey gâfıl kem ez çûbi mebâş
Direk dedi ki : Dâima bakî olanı
isterim. Yani yeniden canlanmayı değil, âhirette canlanmayı isterim. Ve Hz.
Mevlânâ burada bir öğüt veriyor : Bişnev ey gafil Ey gafil kişi dinle, dinle de
bir kütükten daha değersiz olma. Yani, ebedî nimetleri elinden kaçıracak
kabahatler yapma.
Ân sütün râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-u
dîn
Ve Resul-ü Kibriya, Din Günü'nde
-yani kıyamette- insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı
gömdürdü. Hem nereye gömüldü o ağaç, bilir misiniz aziz dostlar? Resulullahın
(S.A.V.) minberinin altına. Ve hâlâ orada. Birkaç adım ötesinde de Resulullah
(S.A.V.).
Ağaç hiç ağlar mı? Böyle şey olur
mu? diyenler varsa eğer İsra Suresi'nin 44. âyetini inceleyiversinler vesselam.
Ömer Tuğrul İNANÇER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.