18 Ocak 2013 Cuma

Yaman Takiyyeci




Kendileri, Edirne ve Kırklareli’nde imamlık ve vâizlik yaparken, yakın arkadaşlarına ve dostlarına “Ben, bu insanların içinde bunalıyorum, bu hizmetler bana göre değil, Memleketime dönüp, uzlete çekileceğim, belki beş on koyun alır, onları güder, ikfâf-ı nefs kadar rızkımı onlardan çıkarırım” diye diye.
İzmir’de, Akseki’li Ali Rıza Bey’in, İmam-Hatip ve İlâhiyat’a öğrenci yetiştirme Derneğinde kalıp, Cum’a günleri Kestanepazarı Cami’inde va’az ederken, “Sizin gibi cemâdat’a boşuna nefes tüketeceğime bitli yorganıma sarılıp Rabbime niyaz etsem daha iyidir,” derken de hep takiyye yapıyordu.

Öteden beri ağdalı-cinaslı konuşmayı sever, bilindiği gibi, kâinatta, zîruh ve nâmî, üreme ve yetişme kabiliyeti olmayan, donuk cisimlere camid, çoğuluna cemâdât denilir. Hazretin va’azlarını dinlemek için bir saat, kırk beş dakîka önceden gelen cemaat için, hissiz ve ruhsuz olduklarını ima ile bunlara “Cemâdât” diye hitap ediyordu.
“Cemaate hakâret ettiği, kırıcı konuşmalar yaptığı” gerekçesiyle defa’larca müftülük nezdinde şikâyette bulunulur, müftülükçe yaptırılan murâkabe neticesinde, bu hususlar murâkıplarca da tesbit edildiğinden, İzmir Merkez vâizliğinden alınır, Bornova’ya verilir, buraya gönderilirken de: Bornova Müftüsüne
“Bornova Merkezinde 57. Topçu Tugayı bulunmaktadır, Tugay’da vazifeli Subay ve Ast.Subaylardan pek çoğunun özellikle Cum’a namazlarını Cami’i Kebir’de kıldıkları biliniyor, bu sebeple size yeni tâyin edilen zat’ı mümkün olduğunca merkeze uzak mahalle aralarındaki cami’lerde vazifelendiriniz” diye de tenbihte bulunulur.

17 Ocak 2013 Perşembe

Muhammed Zahid el-Kevserî Rahimehullah’a atılan İftiralar



Bazı internet sitelerinde meydanı boş gören cühelâ takımı asrımızın büyük âlimi Muhammed Zahid el-Kevserî rahimehullah’a iftiralar atan yazılar neşrediyorlar. Bu müfteriler/iftiracılar iftiralarını desteklemek için kaynak göstermekten de çekinmiyorlar. “Ne de olsa kimse gidip kaynaklara bakmaz” diye düşünen müfteriler, bakalım yalan ve iftiraları açığa çıkınca ne yapacaklar?

İmam Kevserî’nin yerle bir ettiği son asırdaki mücessime ve müşebbihe artıkları, günümüzde mevcut cehalet ortamından faydalanarak, insanları Kevseri’nin eserlerinden uzak tutmak maksadıyla işbu iftiraları atmaktadırlar. Çünkü Kevseri’nin eserleri çağdaş Mücessime fırkasını son derece rahatsız edici, susturucu ve müdellel bir mahiyete sahiptirler. Önce Arab dünyasından Kevseri’ye dair yazılmış iftira dolu bir yazı, Türkiye’deki Mücessime fırkası mensuplarınca tercüme edilmiş ve birtakım sitelerde neşredilmiştir,[1] bundan sonra da çeşitli internet sitelerinde dolaşır olmuştur. İşte bir internet sitesinde yayınlanan bir yazı ve attığı iftiralara cevaplarımız:

14 Ocak 2013 Pazartesi

Allah Teala Geleceği Bilmez mi?



İlk duyduğumda inanmadım. Çünkü “Bu kadarı olmaz” dedirten bir iddiaydı duyduğum. Sonra arkadaşlar internetteki bir ses kaydını dinlettiler. Evet; duyduğum doğruymuş: Abdülaziz Bayındır, kendisine telefonda, “Allah benim kiminle evleneceğimi bilmez mi? Sizin böyle bir şey söylediğinizi duyduk” diye soran kişiye, “Ben demiyorum; Allah diyor” diye mukabele ediyor ve devam ediyor: “Allah Teala önceden kararlaştırmışsa sana emreder mi, şununla evlen, bununla evlenme diye?”

Sonra telefondaki ses, “Biz imamlarımızın bunun aksini söylediğini biliyorduk” gibi bir şey söyleyince şöyle mukabele ediyor: “İmamlarını boş verin kardeşim. Onların Kur’an-ı Kerim’le alâkaları yoktur zaten.”
Böyle diyor İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Abdülaziz Bayındır! Bu adam çocuklarınıza din öğretiyor, fıkıh öğretiyor, hatta Kur’an’ı tefsir ediyor!

Bu kaydı dinledikten sonra internette küçük bir araştırma yaptım. Meğer Abdülaziz Bayındır bunları birkaç seneden beri söylüyormuş! Bu konuda birkaç videosunu da izledim. Videolardan birinde, Kur’an’da geçen “şâe” fiilinin (Vemâ teşâûne illâ en yeşâallâhu Rabbu’l-âlemîn ayetinde ve benzerlerinde geçiyor) Emeviler ve onlardan sonra gelenler tarafından anlam kaymasına uğratıldığını söylüyor!

Babasının bile red ettiği sözde alim; Mustafa İslamoğlu



Gazeteci - Yazar Ali Eren Beyefendinin 21 Ekim 2000 tarihinde köşesine taşıdığı konu çok dikkat çekiciydi. Bu gün iyice şöhret olup bazı kesim tarafından allame sınıfına konulan Mustafa İslamoğlu'nun muhterem babaları emekli imam-hatip ve fahri vaiz Ahmet İslamoğlu, oğlu Mustafa'nın hem yoldan çıkmış hem de yoldan çıkrarıcı olduğunun farkında olduğunu ve hidayeti için dua ettiğini bildiren bir mektup göndermiş... İktibas ediyoruz(alıntılıyoruz):

“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla...”
Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl(sapıklığı) ve mudılliği(saptırıcılığı), baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına(kurtuluşuna) dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat(fesada verip) ve idlal etmesin(yoldan çıkarmasın)... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”

Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).

10 Ocak 2013 Perşembe

Ehli Kitabın Kurtuluş için Dinlerini terk etmelerine gerek yokmu?




Said Nursi;
“Kur'ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor...”
(İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 / (ebook olarak: İşârâtü’l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 – s 1173) / Risalei Nur

Teşvik; İsteklendirme, özendirme
Ünsiyet; Ahbaplık, arkadaşlık.
Sühulet; Naziklik
Meşakkat; Güçlük, sıkıntı, zorluk, zahmet.
Esasat-ı diniye; Dinin kökleri, temeli
Bina; Yapı
İkmal; Eksik bir şeyi tamamlama, daha iyi duruma getirme, bütünleme

***

Said Nursi’nin sözlerinin günümüz Türkçesi;
“Ey Yahudi ve Hıristiyan’lar İslama girmek iman etmek sizlere zor gelmesin, çünkü İslam şeriatı sizlere Yahudi’lik ve Hıristiyan’lık dinini bırakmanızı emretmiyor, sadece dininize fazladan birkaç inanç eklemeniz lazım diyor…”

Said Nursi’nin kendi kafasına göre hiçbir delil göstermeden İslam akaidi konusunda verdiği bu şazz fetvasından dönmemiştir. Onların kurtuluşu için yeterli bir yol gibi gösterilen eski dinlerini terk etmeden inanmak yine kâfirliktir, maalesef bu görüşe inanan bir Müslüman’ında imanı tehlikeye girmiştir, neden denirse çünkü böyle bir inanç Allah’ın ehli kitaba; “kâfir, düşman, ebedi Cehennemlik” dediği halde bunun aksini iddia etmektir. Eğer denirse ki “Said Nursi bu sözlerle onların kurtuluşunu kast etmiyor” diye ona denir ki “eski dininizi terk etmeden İslama girin” daveti ne içindir? Sözleri çarpıtmanın ne gereği var , İslam aleminde böyle şeyler söyleyen bir tane muteber Alim yoktur, helede Hıristiyanlık/Yahudilik üzerine İslam inancı bina etmek tam bir felakettir. “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” Ali İmran 19 . “Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar…” Bakara 137. “Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten hiç bir kimsenin Yahudi veya Hıristiyan olduğunu duymak istemiyorum. Eğer böyle bir kişi Bana inanmadan önce ölürse o ancak cehennemliktir”. Müslim

Said Nursi’nin İslam adına konuşup ileri sürdüğü bu iddiayı bir de ehlisünnet Âlim’lerinin kaynaklarında ehli kitabın kurtuluşa ermesi için eski dinlerini bırakmaları gerekmi gerek değilmi inceleyelim;
* Dürer’de zikredildiğine göre bugünki Yahudi ve Hıristiyanlar “La ilahe illallah Muhammedünrasulullah” deseler dahi Müslüman sayılmazlar. Onlara gerçekten kabul ediyor musunuz diye sorulduğunda, “sizin Peygamberiniz olarak kabul ediyoruz” derler. Bunların imanının kabul edilmesi için mensup oldukları dinden ayrılıp uzaklaşması gerekir. Şayet bir Hıristiyan “La ilahe illallah” kısmını söyler ve kendi dininden uzaklaştığını söylerse Müslümanlığı ile hüküm edilmez “ben Müslüman’ım” desede Müslüman sayılmaz. İslamın lügat manası teslimiyet demektir ki bu söz Müslüman olmasını gerektirmez. Ancak “ben sizin gibi Müslüman’ım” derse Müslüman’dır
Ehli Sünnet İtikadı/s.91-92

Görüldüğü gibi her şey apaçıktır, Şeriat meydandadır her kim ne olursa olsun kimsenin bunu değiştirme yetkisi yoktur. 


Bir Müslüman’ın, ehli kitabın dininin hak, onlarında cennete gideceğine, şehit olabileceğine, dinlerini terk etmelerine gerek olmadığına inanması kişinin kendi itikadını bozması bunun yanında kendini tasdik edenlerin de itikadını bozmasından ve dahası ehli kitabın imana gelmesine vesile olacağı yerde aksine ehli kitabın küfrüne razı ve onların bu küfrüne katkı da bulunmasından başka nedir?
ESK

9 Ocak 2013 Çarşamba

Ahmed Ziyauddin Hz; "Mücessime mezhebini Tekfir etmek Vacibdir"


İmam Rabbani Hz.; "Allahü teâlâya madde diyen kâfirler..."


Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinden gelmişdir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklikler de, hep böyledir. Fekat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok olanın karşılaşdırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağları ve denizleri yok eden güc sâhibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaşdırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bunlardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaşdırmayı yapdık. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:
Toprak nerede, temiz âlemler nerede?
Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, buradan anlaşılmakdadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sûretdir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir “te’âlet ve tekaddeset”. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşılmakdadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak oldukları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan sapdılar. Çok kimseleri de sapdırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlatmak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıyamadılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydâna gelen bir toplulukdur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İmrân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmekdedir. (Ulemâ-i Râsihîn) denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsân olunmuşdur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmekdedir.
[(Gayb) demek, âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmemiş olan ve his organları ile, tecribe ve hesâb ile anlaşılamıyan şeyler demekdir].
Müteşâbih olan âyet-i kerîmelere, anlaşılandan başka ma’nâ vermeğe (Te’vîl) denir. Te’vîli yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, te’vîl olmaz. Böyle kelimelerin te’vîli ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmişlerin seçilmişlerine bildirilmişdir. 
İmam Rabbani Hazretleri (k.s)/Mektubat 310
 

8 Ocak 2013 Salı

Peygamber Efendimizin Mucizeleri Yokmudur?



Mucize; Kudret'in karşıtı olan "acz" kökünden if'al babında "i'caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terim.

"Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. " (İsra' 17/1).
İslam Alimlerinin icmasına göre, isra hadisesini inkar eden kâfir, miraç hadisesini inkar eden bidat ehlidir.

Peygamber Efendimizin biset’ten (risalet) önceki harika hallerine “irhas” biset’ten sonraki harika hallerine “Mucize” denir, Miraç hadisesini bu olağan üstü hali bir Peygamber (s.a.v) yaşadığı halde inadla Mucize olarak görmeyen ve “Peygamberin hiçbir mucizesi yoktur” diyen, mütevatir hadislere de “onlar çok zayıf şeyler” diyen vehhabi kafalı hoca ancak kendi cahilliğini ve sapkınlığını göstermektedir.

Mütevatir Hadis: Sahabe, tabiin ve tebei tabiin döneminde, yalan üzere ittifak etmesi mümkün olmayan bir topluluğun Resulullah'dan rivayet ettiği hadislerdir.
Mütevatir hadis ile amel etmek farzdır. Çünkü Resulullah'dan(s.a.v) geldiği kesindir. Zira tevatür yolu ile gelişi Resulullah'a nisbetinin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle ittifakla mütevatir olan bir hadisi inkar eden dinden çıkmış olur.

Aşağıdaki Peygamber Efendimizin Mucizileri mütevatir’dir,  Peygamber Efendimizin mucizelerini inkar edenler umarız bu hatalarından dönerler, biz buraya bu mucizelerden bir kısmını aldık gerek mütevatir gerekse sahih ve hasen derecesinde aslında çok daha fazlası vardır.

4 Ocak 2013 Cuma

Fiilleri Allah Yaratır



Kulların yaptığı iyi ve güzel olan fiillere Allah'ın rızan vardır. Fena olan fiillere ise, rızası yoktur.
“Allah kullarının küfrüne razı olmaz.”
Zümer 7

Allahü teala, kullarının iman, küfür, isyan ve ibadet (taat) olan bütün fiillerinin yaratıcısıdır.

Mutezile'nin ve rasyonalistlerin (fiilleri kullar yaratır)dediği gibi, kul; fiillerinin, hareketlerinin yaratıcısı değildir.

Bu iddia sapıklıktır, zira, insan, fiillerinin neticelerini tafsilatıyla bilemez. Bilemediğine göre, fiille­rin yaratıcısı olamaz.

Bu sapık guruba, inançlarında her batıl bozuk mezhepten bir parça bulunan Vehhabi ve Selefiler’de dahildir, onlarda dirilerin kendi fiillerini yapmaya muktedir, vefat etmişlerin ise aciz ve hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini söylemişlerdir, bu iddia dirilere bağımsız bir güç vermek yani dirileri birer ilah haline getirmektir asıl şirk budur, oysaki Nebiler hayattayken fiillerini-mucizelerini , Velilerde hayattayken fiillerini-kerametlerini yaratan Allah’tır. Bu Zatlar ve şehitler vefat ettikten sonrada onlardan yardım isteyene yardım etme gücünü veren yine Allah’tır

Ayrıca, bu konuda nakli deliller şunlardır:
“Allah, her şeyi yaratandır...”
Zümer 62

“Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.”
Saffat 96

Allah’ın misli yoktur




Soru: Allah’ın ilmi var ama bizimki gibi değil, işitmesi, görmesi var ama bizim görmemiz ve işitmemiz gibi değil, hayat sahibi olması, kadir olması bizim gibi değil demek caiz oluyor da Allah’ın oturması bizim gibi değildir demek niçin caiz olmuyor? O sıfatlar da kuranı kerimde geçiyor, istiva da geçiyor. Öncekiler için caiz olan, istiva için niçin caiz olmuyor?

Cevap:
Ayetler hakiki manalarında kullanılabilir ve kullanılamaz olmaları açısından iki kısımdır.
1) Muhkem ayetler; yani onların mukabilinde hakiki manalarını kısıtlayan, engelleyen başka ayet veya kati delil yoktur. Mesela Allah'ın semi' basir yani işiten, gören olması gibi.

2) Müteşabih ayetler; birden çok manası olup o manalardan istediğini almak başka ayet ve kati delillere ters düşüyordur.  Yani müteşabih ayete hakikat manasını vermeye engel ondan daha muhkem ve daha fazla kati deliller vardır. Birden çok kati delil ve ayetin muktezasını terkedip bir ayetin kesin olmayan bir manasını almak İslam’ın hangi kuralına uygundur? tabiki değildir.

Bu yüzden ayetleri cımbızla seçip manalandırmak selefin âdeti değildir. Belki kur'anın umumatının dillendirdiği bir takım kesin ifadeler vardır ki, onlar ancak kur'an bir bütün olarak, hadis-i şerif ve sahabe kavilleriyle birlikte incelendiğinde anlaşılmış ve kesinleştirilmişlerdir.  

Mesela لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ “Allah’ın misli yoktur” ayeti celilesi ve bu manayı teyid eden diğer ayet, hadis, sahabe kavilleri ve icmaı şu umum kuralı muhkem yapmıştır; Allah cc asla mahlûkatından bir şeye benzemez.  Allah samed’dir. Yani hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Oysa oturmak fiilini Allah’a isnat etmek; bu umumatı iptal etmek demektir. Ve Allah’ın oturacak bir şeye ihtiyaç duyacağını ve oturma şekliyle muttasıf olabileceğini iddia etmektir. Bunca kati delil mukabilinde bu kadar tutarsız ve zanni bir iddia ne kadar geçerli olur.
Tutarsız dedik; zira istivanın “kuşatmak”, “emri/sultası altına almak” gibi birden çok manası var. Tutup bunlardan birisini tercih ederken en azından diğer muhkem ayetlerle örtüşecek olanı seçip ayeti tevil etmek bir yere kadar makuldür. Sonraki âlimler gibi mecburiyet kesbetmesine binaen yapılabilirse de selef bundan bile kaçınmış müteşabih ayetlerin manalandırılması doğru bulmamıştır.
Şimdi tutup muhkem ayetlerle örtüşmeyecek, onlara ters düşecek bir manayı, istiva kelimesinde bir lügat anlamı olarak bu da vardır diyerek ısrarla geçerli kılmaya çalışmak sizce ne kadar tutarlı olabilir ki!
Selametle
Emin Ali YÜKSEL
darusselam 

3 Ocak 2013 Perşembe

Hz. Süleymanın bilmediğini vehhabiler selefiler mi biliyor?



Sual: Mahluklardan her şeyi, hatta insanın yapamıyacağı, fakat keramet olarak Allahü teâlânın Evliyasına ihsan ettiği şeyleri istemek caiz midir?

CEVAP
Caiz olduğunu gösteren çeşitli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri Neml suresindeki 38. âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleyman aleyhisselamın mealen, "Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike'nin tahtını bana getirebilir?" dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısımlarından, İfrit, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselam bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleyman aleyhisselamın katibi olan Asaf bin Berhıya, ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkıs’ın kürsisi Yemen’de idi. Süleyman aleyhisselam, Şam’da idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şam’a yer altından hemen getirdi. Bu kürsi, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir keramet idi.

Allahü teâlâ, Velileri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanunlarının dışında olarak keramet vermektedir. Allahü teâlâ, salih kulu olan bir Velisine verdiği kerameti, Kur’an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerameti istediği için, Süleyman aleyhisselama darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı bir şeyi, benden başkasının gücü yetmeyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünkü, Süleyman aleyhisselam, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dinine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Resulullahtan ve şehidlerden ve salih kullardan bir şey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsan etmiş olduğu kerametlerden faydalanmaktadır. Onlar sebeptir, vasıtadır, vesiledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velilerin kerameti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir. Veliler, Peygamberlere uydukları için, onların vasıtaları ile kerametlere kavuşmaktadırlar.

Teberrük Caiz'dir



Vehhabilerin üzerinde sıkça durdukları bir diğer konu teberrük meselesidir. Onlar; “nebi, rasul, imam ve evliyanın eşyalarına teberrük etmek şirk’dir ve asla caiz değildir bu amelleri yapan kim olursa olsun müşriktir” derler. Biz inşaallah bu yazımızda bu sapık şirk taifesine Teberrükün caiz olduğuna dair Kur-an ve hadislerden deliller ortaya koyacağız. .

Ayet:
Allah c.c Kur-an'da şöyle bildiriyor:
(Yusuf dedi ki) «Bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne bırakın; gözü görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin.» Kervan, ayrıldığında, babaları, «Eğer beni bunamış saymazsanız, Yusuf’un kokusunu buluyorum» dedi. Çevresindekiler, «Allah’a yemin ederiz sen, hâlâ eski şaşkınlığındasın» dediler. Müjdeci gelip, gömleği Yakub’un yüzüne bırakınca, hemen gözü görür olarak dönüverdi. Bunun üzerine Yakup, «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?» dedi.
Yusuf  93-96

Her şey apaçık ortada. Allahın iki seçkin kulu, salih kulu, Peygamberi teberrük’ün caiz olduğunu ortaya koymuşlardır, çok merak ediyoruz acaba -haşa- Allahın bu iki Peygamberi neyin caiz olup olmadığını bilmiyorlarmıydı? acaba bu iki Peygamber -haşa- müşrikmi olmuşlardır? SubhanAllah.

Hadis:
Şimdi de Rasulullahın s.a.a teberrüke izin verdiğine dair sahih kaynaklardan haberler aktarıyoruz:
Enes b. Mâlik’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber s.a.a, şeytanı taşlayınca kurbanını kesti sonra tıraş olmak için berbere başının sağ yanını uzattı kesilen saçı Ebû Talha’ya verdi sonra sol yanını uzatıp tıraş oldu ve kesilen saçını “Müslümanlar arasında dağıt” buyurdu
Müslim, “es Sahih”, Hac kitabı, hadis 323, 324, 325 ve 326
Tirmizi, “Sünen”, Hac kitabı, bölüm 73, hadis 912
Ebu Davud, “Sünen” Hac kitabı, 78-ci bab, hadis 1981

1 Ocak 2013 Salı

İbni Hacer'in "ibni Teymiyye" değerlendirmesi



Hadis hafizi İbni Hacer el-Askalânî “Ed-duraru’l-kâmine” isimli kitabında (c.1, s.153) ibni teymiyenin sahabenin büyükleri hakkındaki tutumuna değinerek şunları bildirmektedir: “İbni teymiye Ömer ibnu’l-Hattab’ı ra bir hususta hata ettiğini, Osman ra hakkında da dünya malını seven birisi olduğunu söylemiştir. Hz Ebu Bekir ra hakkında ise ne dediğini bilmeyen yaşlı birisi olarak müslümanlığı kabul ettiğini söylemiştir.”

Ayrıca İbni Hacer “Ed-duraru’l-kâmine” isimli kitabında (c.1, s.114) şunları da bildirmektedir: “İbni teymiye, müminlerin emîri Hz Ali’yi (kerramellâhu vechehu) 17 meselede Kitabın (Allâh’ın kitabının) nassına muhalefet etmiş olması gerekçesiyle hata ettiğini bildirmiştir. Ayrıca İbni teymiyenin bu sözü demesi, “Mahzûl (Allâh’ın muvaffak etmediği aşırıya kaçmış) birisi idi” demesi ve onun “Diyanet için değil riyaset (başkanlık) için savaştığını” demesinden dolayı da alimler ona, münafıklığı isnat etmişlerdir.”

***

İbni teymiye “Minhac”(arapça nüsha itibarıyla 2.c, s.203) isimli kitabında şöyle demiştir: “Bizler, bize karşı adaletten aciz olan ve onu (adaleti) terk eden birisine biat etmemiz gerekmez, Sünnet (Allâh’ın resulünün sünneti ) tablosu, onun savaşmakla emrolunmadığını, vacip de müstehap da olmadığını kabul eder”

İbni teymiye “Minhac”(arapça nüsha itibarıyla 2.c, s.214) isimli kitabının başka bir yerinde de şöyle demiştir: “… Ali onlara karşı savaşmakla emrolunmamıştı ve İslâm şeriatına bağlı kalmalarıyla birlikte sırf kendisine itaat etmeyi kabullenmedikleri için onlara karşı savaşmak ona farz da değildi”

Ayrıca aynı kitapta (c.3, s. 156) efendimiz Alinin sıffîn ve cemel vak’asında savaşmasının kendi görüşünden kaynaklandığını ve bununla emrolunmadığını iddia ederek şöyle demiştir: “… şu halde, binlerce müslümanın kanının akıtılmasına sebebiyet veren görüşten, paylanacak daha büyük bir görüş yoktur, onun (efendimiz Alinin ) onlara karşı savaşmasında müslümanlara ne dinlerinde ne de dünyalarında hiçbir yarar olmamıştır. Aksine hayır önceki olanlara nazaran eksilmiştir, şer (kötülük) ise önceki olanlara nazaran artmıştır”

Aynı kitapta (c.2, s. 204) şöyle de demiştir: “Ali hakka Muaviyeden daha yakın olduğu halde savaşmayı terk etmiş olsaydı daha iyi, daha uygun ve daha hayırlı olurdu”

İbni teymiyenin, efendimiz Ali’nin (radıyallâhu anh) savaşlarını uygunsuz ve saçma bulması, onun ona karşı bir kin beslediğinin delilidir. Bunu hadis hafızı İbni Hacer’in “Lisânu’l-mizan” (c.6, s.319) isimli kitabındaki sözleri teyit etmektedir.
islamkalesi.wordpress.com

İbni Kayyım;"Kur'an okumanın sevabı ölüye ulaşır"



Eğer denilirse ki: “Bu anlattıklarınız selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra çok düşkün olmalarına rağmen, kimse Kur’ân okumakla ilgili bir şey nakletmemiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de, onlara bunu anlatmamıştır. Onları duâya, istiğfara, sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir.

Kur’ân okumanın sevabı da, ölülere ulaşacak olsaydı, Hazreti Pey-gamber bunu onlara anlatır, onlar da böyle yaparlardı. Cevabımız şudur:

İbnü’l-Kayyim: “Bu iddiaların sahipleri, hac, oruç, duâ ve istiğfar sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa, onlara denir ki:

“Ne se-beple Kur’ân sevabının ölüye ulaşacağını reddederken, bu amellerin sevaplarının ulaşacağını kabul ediyorsunuz? Bu, benzer şeyler arasında ayırımı yapmaktan başka ne olabilir?

Yok, eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf etmiyorlarsa, ki bu olmaz, bu, Kitap, Sünnet, icma ve şer’i prensiplerle sabit olmuştur.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah (Celle Celâluhû)’dan başka kimsenin bilmediği kalbin niyeti ve yemeyi içmeyi terk etmekten ibaret olan orucun sevabının, ölüye ulaşacağını bildirmiştir. Aynı şekilde Kur’ân okumanın sevabı da, dil tarafından okunmasından, kulağın duymasından ve gözün görmesinden dolayı ölüye ulaşır, değildir.
Konuyu biraz açarsak, oruç mahza bir niyetten ve nefsi, yiyecek ve içeceklerden engellemekten ibarettir. Yüce Allah (Celle Celâluhû), bunun sevabını ölüye ulaştırdığı halde amel ve niyetten ibaret olan Kur’ân okumanın sevabını niye ulaştırmasın? Haddi zatında, Kur’ân okumakta, niyete bile gerek yoktur. O halde orucun sevabının ölüye ulaşması, diğer amellerin de ulaşacağını tenbih etmektedir.

Mücerred niyetten ve imsaktan (yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bozan şeylerden uzak durmaktan) ibaret olan orucun sevabının ulaşmasıyla, Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması arasında ne fark vardır?!
Aynı zamanda, selef böyle birşey yapmamıştır, diyen bir kimse de, bilmediği bir konuda konuşuyordur. Bu ise, bilmediği şeyin nefyine şehadet eder.

Meselenin sırrı şudur: Sevap, amel eden kişinin mülküdür. Gönül rızasıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca, Allah (Celle Celâluhû) sevabı bu kişiye ulaştırır.

Öyleyse, Kur’ân okuma sevabını diğer sevaplardan ayırıp, ulaşmaz demenin geçerliliği nedir? Halbu ki, inkârcılar da içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel etmişlerdir, ulemâdan hiç kimse de buna karşı olmamıştır.
[İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, s. 190, İz Yayıncılık.]